yazar kişisi ile mehmet akif'in buluştuğu bir ruh hali .. bunun yansıması da aşağıdaki şiirde mevcuttur ..
--
viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu ..
gül devrini bilseydim onun, bülbülü olurdum ..
ya rab; beni evvel getireydin ne olurdu !!
keşke şu dönemde yaşasaydım denilen dönem
Peygamber Efendimizin yaşadığı dönemde yaşamak, o mübârek nurlu yüzünü bir kez olsun görmek isterdim... O, islamı yaymak için kafirlerle mücadele ederken, ona destek olmak isterdim... Kabe'de namaz kılarken müşriklerin onun üzerine koyduğu işkembeyi koşup ben kaldırmak isterdim... Ümmü cemil, yollarına dikenler serperken, efendimizden önce yürüyüp o dikenleri önünden temizlemek isterdim, mübarek ayaklarına batmasın diye... taife gittiği vakit yanında ben olmak isterdim, mübarek başını kanatan, ayakkabılarının kanla dolmasına neden olan o taşlar bana isabet etseydi...
Osmanlı Devleti'nin yükseliş döneminde.
bir soru sorarak başlayayım:
günde üç öğün yemek yeme şansınız var mı?
eğer bu soruya 'evet' diyen şanslı azınlıktansanız, size enteresan bir bilgi vereyim. insanlık tarihi boyunca, günde üç öğün yemek yeme şansını elde edebilen insanların, tüm insanlara oranı %5miş. yani siz, insanlık tarihinde, işte bu %5lik şanslı azınlıktasınız.
ilginizi çekti mi? çektiyse buyrun yeni soruya:
bilinen insanlık tarihinde savaşsız ve çatışmasız geçen sürelerin toplamının ne kadar olduğunu biliyor musunuz?
bu soruya, tarihçilerin farklı cevapları var. kötümser tarihçiler, insanlık tarihinde çatışmasız geçen zamanın, toplamda 1 yılı bulmadığını iddia ediyorlar. iyimser tarihçiler ise, bu sürenin, toplam insanlık tarihinin %4,5luk bir süresi olduğunu iddia ediyorlar. iyimserlerin iddiasının doğru olduğunu kabul etsek bile, ortaya çıkan sonuç, insanlık tarihinin %95,5luk kısmının çatışma ve savaşlarla geçtiğini gösteriyor bize.
soruları sevdiyseniz, buyrun yenisi gelsin:
insanlık tarihi boyunca, insanların ölümüne neden olan en yaygın şey nedir?
'savaşlar' dediyseniz yanıldınız. cevap sivrisinekler olacaktı. sivrisineklerden bulaşan hastalıklar nedeniyle, savaşlarda ölen insanların toplamının onlarca katı kadar insan ölmüş insanlık tarihinde.
eğer araştırmayı ve okumayı seven bir kişiyseniz, yukarda sorduğum sorulara benzer içerikte, cevabını öğrendiğinizde çok şaşıracağınız onlarca soru bulabilirsiniz internette.
...
insan beyninin çalışma prensibi gereği, insan geçmişi her zaman içinde bulunduğu zamana göre daha iyi olarak algılar. zira, insan beyni kötü anıları unutmaya programlıdır. geçmişe ait anıların içinden iyi olanları hatırlamaya, kötü olanları unutmaya eğilimlidir. bu yüzden de, günümüzdeki insanlar da çocukluğunun şimdiki zamandan daha iyi olduğunu iddia eder, bundan yüzlerce yıl önce yaşayanlar da...
sümer tabletlerinde, 'gençlik çok bozuldu' diye şikayet içerikli bir ifade olduğunu biliyor muydunuz. yanisi şu ki, geçmişe özlem duymamız, insanlığın fırtatından kaynaklı bir durum.
ama acaba gerçekten öyle mi? büyük özlem duyduğumuz geçmiş, gerçekten de özlem duyulabilecek bir dönem miydi?
bu soruya cevap vermeden önce, bilmemiz gereken temel bir sosyolojik durum var. toplumlar da, tıpkı canlılar gibi evrim geçirir. bir biyolog olmadığım için, canlıların evriminin bütün canlılarda aynı hızla gerçekleşip gerçekleşmediği hususunda tam anlamıyla bir bilgiye sahip değilim ancak, toplumların geçirdikleri evrimin, her toplumda farklı hızda olduğunu söyleyebilirim. kimi toplumlar, benzer konulardaki toplumsal evrimlerini diğerlerine göre daha hızlı gerçekleştirebilirken, kimi toplumlar bunu daha yavaş gerçekleştirirler. bunu tabii ki, o topluma ait dinamikler belirler. toplumun ahlaki, sosyolojik, dini, ekonomik, demografik ve tarihsel yapısı, evrimin hızını doğrudan belirleyen etmenlerdir...
bazen ben de düşünürüm: geçmişe dönüp orada yaşama imkanım olsa, hangi çağda, nerede yaşamak isterdim?
tabii bu soruya cevap verirken, hangi çağ olursa olsun, hangi lokasyon olursa olsun, bazı gerçekler aklıma gelir ve tüm hevesimi kırar.
iki asır önce, ortalama insan ömrünün 40 yıl olduğunu, basit bir kemik kırılması, iltihaplı bir diş, paslı bir çivi, boğazda meydana gelebilecek sıradan bir enfeksiyon, sivrisinek ısırığı, farelerden bulaşacak hastalıklar gibi, günümüzde sıradan sayılacak rahatsızlıklar için, çok büyük bir ihtimalle öleceğimi bilmek, geçmişe ait hevesimi törpülüyor.
sadece hastalıklar mı? hayatın rutini haline gelen kıtlıklar? gerçi kıtlık günümüzde de, dünyanın belli kesimlerini etkisi altında tutmaya devam ediyor ancak, günümüzde yaşanan kıtlıkların temel sebebi, gelir adaletsizliği. dünya nüfusu, geçen yüzyıla göre inanılmaz oranda artmış olsa da, üretilen yiyeceğin nüfusa yetmemesi durumu yok. dünyanın bir tarafında (mesela türkiye'de) günde milyonlarca ekmek çöpe atılırken, başka bir tarafında (mesela etiyopya) çocuklar yetersiz beslenme yüzünden ölüyor.
tekrar geçmişe dönelim. başta da söylemiştim. toplumlar da evrim geçirir diye. çok uzak değil. bundan sadece birkaç asır önce, dünyanın hemen hemen tamamında, idam cezası her an, herkesin karşı karşıya kalabileceği, günümüz şartlarına göre düşünüldüğünde, 'gözünün üstünde kaşın var' denebilecek gerekçelerle uygulanan bir cezalandırma yöntemiydi. günümüzün aksine, şimdi idam ya da müebbet gerektirebilecek kimi suçlar ise, geçmişte daha hafif cezalarla geçiştirilebiliyordu.
hani diyelim ki, 16. asırda afrika'da dünyaya geldiniz ve sömürgeci korsanlar, kabilenizin tamamını gemilere doldurup avrupa ve amerika'daki zenginlere sizi köle olarak sattı. sahibiniz sizi öldürebilirdi, tecavüz edebilirdi, sakat bırakabilirdi, çocuğunuzu öldürebilirdi, eşinize ya da kızınıza tecavüz edebilirdi ve bunların hiçbiri için kayda değer bir ceza almazdı.
bir dakika, 'ohh iyi ki afrika'da doğmamışım' diyerek kurtulamazsınız bundan. köle olmak için illa afrika'da doğmanıza gerek yoktu. mensubu olduğunuz devlet, bir savaşa girip de kaybederse, eğer savaşın kazananı sizleri öldürmezse en iyi ihtimalle yine köle olacaktınız. sadece siz değil. eşiniz ve çocuklarınız da...
braveheart filmini çoğunuz seyretmişsinizdir. hani filmin sonlarına doğru, mel gibson'u halkın gözü önünde öldürüyorlar. ölüm sahnesini hatırlıyor musunuz? bizim elemanın karnını yarıp iç organlarını dışarı çıkarıyorlar. ne korkunç bir ölüm şekli değil mi?
eğer o dönemde yaşıyor olsaydınız, iç organlarınızın dışarı çıkarılması için, illa krala ayaklanmanıza gerek yoktu. ölüm cezalarının neredeyse tamamı işkence içeren yöntemlerle gerçekleştiriliyordu. 'canım etliye sütlüye karışmazdım. kimse de benle uğraşmazdı.' diyorsanız çok iyimsersiniz. her an, herhangi bir sebeple suçlanabilirdiniz (büyücülük, hırsızlık, zina, isyan, vergi vermeme vs.) ve o zamanki kanunlar gereği, iddia sahibi iddiasını ispatla yükümlü değildi. suçlanan, suçsuzluğunu ispatla yükümlüydü. yani biri sizi zinayla suçladıysa, o bunu ispatlamak zorunda değildi. siz yapmadığınızı ispatlamak zorundaydınız.
'ne varsa atalarımızda varmış.ben de gider osmanlı'da falan yaşardım.' dediyseniz, üzgünüm ama yine hayal kırıklığına uğrayacaksınız. benzer işkenceler ve keyfi uygulamalar ne yazık ki osmanlı'da da vardı. hatta, yeni ve yaratıcı işkence yöntemleri bulmak, bir çeşit bilim dalıydı osmanlı'da. hele de köylüyseniz ayvayı yediniz. çalışmak, ağır vergiler vermek, bitmeyen savaşlarda askerlik yapmak dışında çok da fazla bir şansınız yoktu. ya da yörükler gibi, osmanlı'ya bulaşmamak için, kuş uçmaz kervan geçmez dağ başlarında yaşayıp, devletin sizi bulmaması için göçer bir hayat sürdürecektiniz.
'valla neme lazım. ben de gider islam devleti'nde yaşardım.' demiş olabilirsiniz. bu konu biraz hassas olduğu için çok ayrıntıya girmek istemiyorum. ancak, yeterince meraklıysanız, abbasi ve emevi dönemini biraz daha okumanızı tavsiye ediyorum. hadi size bir ipucu. abbasiler devleti'nin en büyük köle ve cariye kaynağı, orta asya türkleriydi...
çin, japonya, rusya, avrupa... velhasılı kelam, bu barbarlıktan, bu şiddetten nasibini almayan coğrafya yok gibi neredeyse. bu noktada önemli bir şeyi de söylemek lazım. anlattıklarım, günümüz normlarına göre barbarlık. muhtemelen yaşandığı dönemde, sıradan uygulamalar olarak görülüyordu.
belki size komik gelecek ama, tarihçilerin değerlendirmelerine göre, yaşamakta olduğumuz devir, insanlık tarihinin en barışçıl dönemi.
aslında bütün mesele savaşlar ve hastalıklar da değil. yine muhtemelen şaşıracaksınız ama istatistiklere göre, insanların işledikleri bireysel suçlar da, büyük bir hızla azalma eğilimi gösteriyor. size basit bir istatistiki veri söyleyeyim: milattan önce yaşayan insanların %20si cinayetten ölüyormuş. yani her beş insandan biri öldürülüyormuş. 20. asırda bu oran %3e düşmüş. günümüzde ise, %1 civarındaymış ve düşme eğilimi gösteriyormuş. benzer şekilde tecavüz ve şiddet suçları da belirgin biçimde düşüyormuş. sadece suçlar değil, cezalar da benzer bir evrim geçiriyor. misal, 17. yüzyılda idam cezası alanların dörtte üçü bu cezayı adam öldürme dışında bir suçtan alıyormuş. günümüzde ise, adam öldürme dışındaki bir suça idam cezası verilme oranı %1in altına düşmüş...
buna benzer örnekleri sayfalarca artırmak mümkün. hayat standardı, eğitim düzeyi gibi, burada irdelenmeyen birçok farklı hususta, günümüzün geçmişten daha iyi olduğu tartışmasız. tabii tüm bu anlatılanların aksi yönünde argümanlar ileri sürmek de mümkün.
netice itibarıyla, ne kadar şikayet edersek edelim, dünyayı bir bütün olarak ele alırsak, genel olarak daha iyiye doğru bir ilerleme söz konusu.
günde üç öğün yemek yeme şansınız var mı?
eğer bu soruya 'evet' diyen şanslı azınlıktansanız, size enteresan bir bilgi vereyim. insanlık tarihi boyunca, günde üç öğün yemek yeme şansını elde edebilen insanların, tüm insanlara oranı %5miş. yani siz, insanlık tarihinde, işte bu %5lik şanslı azınlıktasınız.
ilginizi çekti mi? çektiyse buyrun yeni soruya:
bilinen insanlık tarihinde savaşsız ve çatışmasız geçen sürelerin toplamının ne kadar olduğunu biliyor musunuz?
bu soruya, tarihçilerin farklı cevapları var. kötümser tarihçiler, insanlık tarihinde çatışmasız geçen zamanın, toplamda 1 yılı bulmadığını iddia ediyorlar. iyimser tarihçiler ise, bu sürenin, toplam insanlık tarihinin %4,5luk bir süresi olduğunu iddia ediyorlar. iyimserlerin iddiasının doğru olduğunu kabul etsek bile, ortaya çıkan sonuç, insanlık tarihinin %95,5luk kısmının çatışma ve savaşlarla geçtiğini gösteriyor bize.
soruları sevdiyseniz, buyrun yenisi gelsin:
insanlık tarihi boyunca, insanların ölümüne neden olan en yaygın şey nedir?
'savaşlar' dediyseniz yanıldınız. cevap sivrisinekler olacaktı. sivrisineklerden bulaşan hastalıklar nedeniyle, savaşlarda ölen insanların toplamının onlarca katı kadar insan ölmüş insanlık tarihinde.
eğer araştırmayı ve okumayı seven bir kişiyseniz, yukarda sorduğum sorulara benzer içerikte, cevabını öğrendiğinizde çok şaşıracağınız onlarca soru bulabilirsiniz internette.
...
insan beyninin çalışma prensibi gereği, insan geçmişi her zaman içinde bulunduğu zamana göre daha iyi olarak algılar. zira, insan beyni kötü anıları unutmaya programlıdır. geçmişe ait anıların içinden iyi olanları hatırlamaya, kötü olanları unutmaya eğilimlidir. bu yüzden de, günümüzdeki insanlar da çocukluğunun şimdiki zamandan daha iyi olduğunu iddia eder, bundan yüzlerce yıl önce yaşayanlar da...
sümer tabletlerinde, 'gençlik çok bozuldu' diye şikayet içerikli bir ifade olduğunu biliyor muydunuz. yanisi şu ki, geçmişe özlem duymamız, insanlığın fırtatından kaynaklı bir durum.
ama acaba gerçekten öyle mi? büyük özlem duyduğumuz geçmiş, gerçekten de özlem duyulabilecek bir dönem miydi?
bu soruya cevap vermeden önce, bilmemiz gereken temel bir sosyolojik durum var. toplumlar da, tıpkı canlılar gibi evrim geçirir. bir biyolog olmadığım için, canlıların evriminin bütün canlılarda aynı hızla gerçekleşip gerçekleşmediği hususunda tam anlamıyla bir bilgiye sahip değilim ancak, toplumların geçirdikleri evrimin, her toplumda farklı hızda olduğunu söyleyebilirim. kimi toplumlar, benzer konulardaki toplumsal evrimlerini diğerlerine göre daha hızlı gerçekleştirebilirken, kimi toplumlar bunu daha yavaş gerçekleştirirler. bunu tabii ki, o topluma ait dinamikler belirler. toplumun ahlaki, sosyolojik, dini, ekonomik, demografik ve tarihsel yapısı, evrimin hızını doğrudan belirleyen etmenlerdir...
bazen ben de düşünürüm: geçmişe dönüp orada yaşama imkanım olsa, hangi çağda, nerede yaşamak isterdim?
tabii bu soruya cevap verirken, hangi çağ olursa olsun, hangi lokasyon olursa olsun, bazı gerçekler aklıma gelir ve tüm hevesimi kırar.
iki asır önce, ortalama insan ömrünün 40 yıl olduğunu, basit bir kemik kırılması, iltihaplı bir diş, paslı bir çivi, boğazda meydana gelebilecek sıradan bir enfeksiyon, sivrisinek ısırığı, farelerden bulaşacak hastalıklar gibi, günümüzde sıradan sayılacak rahatsızlıklar için, çok büyük bir ihtimalle öleceğimi bilmek, geçmişe ait hevesimi törpülüyor.
sadece hastalıklar mı? hayatın rutini haline gelen kıtlıklar? gerçi kıtlık günümüzde de, dünyanın belli kesimlerini etkisi altında tutmaya devam ediyor ancak, günümüzde yaşanan kıtlıkların temel sebebi, gelir adaletsizliği. dünya nüfusu, geçen yüzyıla göre inanılmaz oranda artmış olsa da, üretilen yiyeceğin nüfusa yetmemesi durumu yok. dünyanın bir tarafında (mesela türkiye'de) günde milyonlarca ekmek çöpe atılırken, başka bir tarafında (mesela etiyopya) çocuklar yetersiz beslenme yüzünden ölüyor.
tekrar geçmişe dönelim. başta da söylemiştim. toplumlar da evrim geçirir diye. çok uzak değil. bundan sadece birkaç asır önce, dünyanın hemen hemen tamamında, idam cezası her an, herkesin karşı karşıya kalabileceği, günümüz şartlarına göre düşünüldüğünde, 'gözünün üstünde kaşın var' denebilecek gerekçelerle uygulanan bir cezalandırma yöntemiydi. günümüzün aksine, şimdi idam ya da müebbet gerektirebilecek kimi suçlar ise, geçmişte daha hafif cezalarla geçiştirilebiliyordu.
hani diyelim ki, 16. asırda afrika'da dünyaya geldiniz ve sömürgeci korsanlar, kabilenizin tamamını gemilere doldurup avrupa ve amerika'daki zenginlere sizi köle olarak sattı. sahibiniz sizi öldürebilirdi, tecavüz edebilirdi, sakat bırakabilirdi, çocuğunuzu öldürebilirdi, eşinize ya da kızınıza tecavüz edebilirdi ve bunların hiçbiri için kayda değer bir ceza almazdı.
bir dakika, 'ohh iyi ki afrika'da doğmamışım' diyerek kurtulamazsınız bundan. köle olmak için illa afrika'da doğmanıza gerek yoktu. mensubu olduğunuz devlet, bir savaşa girip de kaybederse, eğer savaşın kazananı sizleri öldürmezse en iyi ihtimalle yine köle olacaktınız. sadece siz değil. eşiniz ve çocuklarınız da...
braveheart filmini çoğunuz seyretmişsinizdir. hani filmin sonlarına doğru, mel gibson'u halkın gözü önünde öldürüyorlar. ölüm sahnesini hatırlıyor musunuz? bizim elemanın karnını yarıp iç organlarını dışarı çıkarıyorlar. ne korkunç bir ölüm şekli değil mi?
eğer o dönemde yaşıyor olsaydınız, iç organlarınızın dışarı çıkarılması için, illa krala ayaklanmanıza gerek yoktu. ölüm cezalarının neredeyse tamamı işkence içeren yöntemlerle gerçekleştiriliyordu. 'canım etliye sütlüye karışmazdım. kimse de benle uğraşmazdı.' diyorsanız çok iyimsersiniz. her an, herhangi bir sebeple suçlanabilirdiniz (büyücülük, hırsızlık, zina, isyan, vergi vermeme vs.) ve o zamanki kanunlar gereği, iddia sahibi iddiasını ispatla yükümlü değildi. suçlanan, suçsuzluğunu ispatla yükümlüydü. yani biri sizi zinayla suçladıysa, o bunu ispatlamak zorunda değildi. siz yapmadığınızı ispatlamak zorundaydınız.
'ne varsa atalarımızda varmış.ben de gider osmanlı'da falan yaşardım.' dediyseniz, üzgünüm ama yine hayal kırıklığına uğrayacaksınız. benzer işkenceler ve keyfi uygulamalar ne yazık ki osmanlı'da da vardı. hatta, yeni ve yaratıcı işkence yöntemleri bulmak, bir çeşit bilim dalıydı osmanlı'da. hele de köylüyseniz ayvayı yediniz. çalışmak, ağır vergiler vermek, bitmeyen savaşlarda askerlik yapmak dışında çok da fazla bir şansınız yoktu. ya da yörükler gibi, osmanlı'ya bulaşmamak için, kuş uçmaz kervan geçmez dağ başlarında yaşayıp, devletin sizi bulmaması için göçer bir hayat sürdürecektiniz.
'valla neme lazım. ben de gider islam devleti'nde yaşardım.' demiş olabilirsiniz. bu konu biraz hassas olduğu için çok ayrıntıya girmek istemiyorum. ancak, yeterince meraklıysanız, abbasi ve emevi dönemini biraz daha okumanızı tavsiye ediyorum. hadi size bir ipucu. abbasiler devleti'nin en büyük köle ve cariye kaynağı, orta asya türkleriydi...
çin, japonya, rusya, avrupa... velhasılı kelam, bu barbarlıktan, bu şiddetten nasibini almayan coğrafya yok gibi neredeyse. bu noktada önemli bir şeyi de söylemek lazım. anlattıklarım, günümüz normlarına göre barbarlık. muhtemelen yaşandığı dönemde, sıradan uygulamalar olarak görülüyordu.
belki size komik gelecek ama, tarihçilerin değerlendirmelerine göre, yaşamakta olduğumuz devir, insanlık tarihinin en barışçıl dönemi.
aslında bütün mesele savaşlar ve hastalıklar da değil. yine muhtemelen şaşıracaksınız ama istatistiklere göre, insanların işledikleri bireysel suçlar da, büyük bir hızla azalma eğilimi gösteriyor. size basit bir istatistiki veri söyleyeyim: milattan önce yaşayan insanların %20si cinayetten ölüyormuş. yani her beş insandan biri öldürülüyormuş. 20. asırda bu oran %3e düşmüş. günümüzde ise, %1 civarındaymış ve düşme eğilimi gösteriyormuş. benzer şekilde tecavüz ve şiddet suçları da belirgin biçimde düşüyormuş. sadece suçlar değil, cezalar da benzer bir evrim geçiriyor. misal, 17. yüzyılda idam cezası alanların dörtte üçü bu cezayı adam öldürme dışında bir suçtan alıyormuş. günümüzde ise, adam öldürme dışındaki bir suça idam cezası verilme oranı %1in altına düşmüş...
buna benzer örnekleri sayfalarca artırmak mümkün. hayat standardı, eğitim düzeyi gibi, burada irdelenmeyen birçok farklı hususta, günümüzün geçmişten daha iyi olduğu tartışmasız. tabii tüm bu anlatılanların aksi yönünde argümanlar ileri sürmek de mümkün.
netice itibarıyla, ne kadar şikayet edersek edelim, dünyayı bir bütün olarak ele alırsak, genel olarak daha iyiye doğru bir ilerleme söz konusu.
hiçbir dönemde yaşamak istemezdim. bu dünyada yaşamak istediğim bir dönem olmadı ve olmayacaktır da. buna kalpten inanıyorum. yaşamak zorunda olduğum olan dönem vardır benim için.
Dünyadaki insanların bir acı kardeşliği içerisinde olduğunu, yaşananlardan rahatlıkla anlayabiliriz. herkesin hayat boyu üye olduğu bir kardeşlik.. \"bu acı, kolektif bir acı olmamalı. eğer öyle olsaydı, ağırlığı dünyayı evrenin duvarlarından söker ve neden olabileceği en büyük gecenin içine atar geride kül bile kalmayana dek alev alev yakardı.\" şeklinde bir replik ile sonlandırmak buraya ne kadar yakışır.
Dünyadaki insanların bir acı kardeşliği içerisinde olduğunu, yaşananlardan rahatlıkla anlayabiliriz. herkesin hayat boyu üye olduğu bir kardeşlik.. \"bu acı, kolektif bir acı olmamalı. eğer öyle olsaydı, ağırlığı dünyayı evrenin duvarlarından söker ve neden olabileceği en büyük gecenin içine atar geride kül bile kalmayana dek alev alev yakardı.\" şeklinde bir replik ile sonlandırmak buraya ne kadar yakışır.
üniversitenin ilk yılında ki ilk döneminde yaşamak isterdim tekrardan. Hayır okulun uzaması o dönemden kaynaklıymış hep bakıyorum da.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?