memur sözlük yazarlarından denemeler

kalendermesrep
Sonsuzluğu parmak uçlarımda hissettiğim zamanlarda daha yeni yeni emeklemeyi öğrendiğimi anladım.
İnsanların sevilmediği anlarda ise ne kadar yalnız kaldıklarını ve bu yalnızlığı başkalarına nasıl aksettirdiklerini aklım dahi almıyordu. Nasıl bir sonsuz boşluk çekebilirdi ki insanı bilinmez bir düşünceye yada nasıl bir çaresizlikti bu hayretler içerisinde bırakıyordu her dinleyeni veya nasıl bir hikayeydi ki büyümek ile kalmayıp dünya yaşamına yeni bir fikir empoze etme konusunda insanlık ile yarışıyordu.
Büyüdüğümü fark ettim sonra , bahara yaklaşırken hissettim solan yaprakları. Büyümek meşakkatli iştir dedim kendime ,büyümek ölmek gibi tartışılmaz bir gerçek ve sürünmek gibi ihtiyaçlar silsilesi olan bir büyüteç yada mercek.
İnsan koşmaya başlayınca anlıyor gerçek insanın neler yaptığını ,insan olmanın zorluklarını ,son hıza yaklaştığında hissediyor kalbini ve ağrıyan her neresi varsa oranın varlığını.
İnsan böyle işte acıyı benimsiyor en az güldüğü dakikalar kadar , sonsuzluğun eşiğinde yaşıyor bütün benliği ile ,insanın neresi acırsa bütün canı orada toplanıyor ,bu yüzden bu aralar canım tam yüreğimde.
kalendermesrep
İstanbul'da yağmur yağıyordu, saadet evreni haber verdiği zaman bütün sabahların geleceğini. Burada eve döndüğünde anlıyorsun asıl bu şehrin en aziz misafirini, bir nevi tarihini yada ne biliyim yalan olan ne varsa onun sahiciliğini. Öyle bir şehir düşünün ki her yer insan ve fikir pisliği, dört tarafı kafelerle, üç tarafı tabelalarla dolu bir şehir. Yansımasına bakamıyor insan çoğu zaman,aynada birşey görmüyor yada baktığı zaman.
En büyük haksızlığı çocuklara yapan, dünyaya getirdiği halde hep neyin kötü olduğunu öğreten ve filmler ile tiyatroları televizyonda izleyen bir neslin en kadim dostu "eski ramazanlar" cümlesindeki o hatra düşen garip bir burukluk ifadesidir.
Koşun ey yağmur üstüne düştüğünde sağa sola sallanan köpekler, koşun nankör diye bilindiği halde hiçbir evden eksik olmayan kediler, koşun ey en karanlık gecelere gebe kalan bütün hayaller, nereye olduğunu bilmeden ,neden diye sormadan ,yanınıza kimseyi almadan. Koşun ey karanlık talihlerin piyango biletleri, sizde koşun etçil olduğu halde simit yemeye meraklı martılar, onlarda koşsun, herkes ,hickimse hatta ,bunun adı dünya ,koşun ölene kadar elbet geçiyor zaman nasıl olsa...

kalendermesrep
Kan ter içerisinde kaldığım bir sabah sporunun ardından eve gidiş yolu baya uzun görünmüş ve bir bankta dinlenmek için oturmuştum. Sabahın vehameti bütün solgun yaprakların üstünü örtüyor ve gelen misafiri ağırlarcasına heyecanlı bir rüzgar bırakıyordu yüzüme. Kıyıya vuran dalganın geri dönüşünü izlemekten yorgun düşmüş bir çocuğa dikildi gözlerim. Üstünde yeşil bir hırka ve beyaz bir tişört , altında kahverengi pantolon ve yarısı yırtık bir spor ayakkabı ile oturuyordu sahilde.
Arkasındaki bankın boş olduğundan habersizdi herhalde. Yere oturmasının başka bir açıklaması olamazdı lakin hava soğuktu. Çocuk yorgun haliyle bir defa esnedi önce ,sonra yerde duran poşeti açtı içinden kuru bir ekmek ile bir domates çıkarttı başladı ulu orta savurmaya kahkahalarını. Kendi kendine durmadan gülüyor bir yandan elindekileri yerken yoldan geçenlere aldırmıyor ve havanın soğukluğu bile kahkahaya engel olamıyordu. Nedendi bu gülüş ? Komik olan neydi ?
Kalktım banktan ,evime doğru yola koyuldum. Hava iyice soğuğunu hissettiriyordu. Üstümdeki kalın hırkaya rağmen iliklerime kadar üşümenin verdiği buruk bir ifadeyi yüzüme takıp eve girmiştim.
Aklımda çocuğun kahkahası var diyemeyeceğim, çoktan aklımdan uçup gitmişti çocuk. Isınmak için kalorifere yasladım kendimi, elimde bir bardak kahve ile yazmaya hazırlandığım kitap için araştırmaya koyuldum.
Uzun araştırmalar sonucunda bulamadığım şeyi çöpe atıp kendime yeni şeyler bulamama konusunda cesaret veriyordum. Akşama doğru hava iyice soğumaya başlamış ve çocuk nihayet aklıma takılmıştı. Neredeydi acaba ? Neden gülümsüyordu o kadar ? Kahkahasının sebebi neydi ? Benim bunca yıl uğraşıp yapamadığım şeyi bulamadığım mutluluğu kuru ekmek ve domateste bulması haksızlık olmaz mıydı bana? Ölümüme yaklaştığımı hissettim. Hemen ölmek için yatağa girdim ve dirilmek için Allah'a ellerimi açtığımda bir neden bulamadığımı fark ettim. Tekrar dirilmem için bir sebep yoktu sanki , ne diye yalvaracaktım peki? Neden isteyecektim dirilmeyi? Sen en iyisini bilirsin deyip yavaş yavaş ölüme doğru gözlerimin kapanışına bıraktım kendimi.
Sabah saat 7:00 da çalan lanet bir alarm sesi ile dirilişimin hiç bu kadar kötü karşılanacağını bilmiyordum kendim tarafından. Beş dakika daha ölmek için yalvaracağım kimsenin olmadığını fark edince alarm sesine bıraktım kendimi. Sabah sporunu yapmak için dün gittiğim yere tekrar gittim.  Çocuk hala oradaydı , yanindaki poşetten yoksun ve yüzüne vuran yağmuru ah sesi ile dağıtmaya çalışarak oturuyordu dün oturduğu yerde. Dikkatimi iyice cezbetti ve birden çocuğun yanında buldum kendimi...

Devami birkaç gün sonra huzurlarınızda...
piri fani


Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelininin sesleri geliyordu. Gelin oğluna:

"-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."

Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce:

"-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!.." dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:

"-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaAllah!" dedi.

Evin gelini:

"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi. Yaşlı kadın:

"-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."

Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
"-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.

Yaşlı kadın söze başladı:
"-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımızı uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.

Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."

Torunu:
"-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.

"-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..

Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı."

Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.

"-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...

Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.

Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde... Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.

Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı. Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine... Leylâ mahcup bir şekilde:
"-Evet anneciğim." diyebildi.

Torunu:

"-Babaanneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."

"-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"

"-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."

"-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene..." dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:

"-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada... Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır.Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir.

Hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."

Gelini:
"-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.

Torunu kaşığı sessizce bırakıp:
"-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti.

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol

tag heuer carrera womens price montblanc timewalker 2017 replica watches rolex oyster perpetual datejust made in hong kong vintage heuer chronograph replica watches hublot 992703 price panerai limited edition 2015 replica ladies watches ulysse nardin watches platinum brand watches for ladies uk replica watches belfort watch kickstarter breitling yellow face chrono uk replica watches