Uzun ve kalın bir telin ucu halka şekline kıvırıp bir çemberin dışına geçirilir. Uzun telin diğer ucunu tutarak ayakta yürürüz. Yürüyünce çemberde önümüzde istediğimiz yönde yuvarlanır. Yuvarlanan çemberle en çok yol alan kazanır.
Genellikle okulda öğretmenin gözetimi ve hakemliğinde oynanan bir oyundur.Çocuklar iki gruba ayrılır, arada belli bir mesafe bırakarak karşılıklı olarak yerlerini alırlar. Her oyuncunun rakibi karşısındaki oyuncudur. Bu iki grubun tam ortasında bir çocuk elinde mendille durur. Hakemin işaretiyle en baştan birinci sıradaki çocuklar mendili alıp kendi gruplarının bulunduğu yere rakibine yakalanmadan kaçırmaya çalışır. Eğer rakibine yakalanmadan mendili kaçırırsa rakip oyuncu kazanan grubun tarafına geçer. Mendili eline alan oyuncu rakibi tarafından yakalanırsa, bu durumda yakalayan kazanmış olur. Yakalanan oyuncu karşı takımın saflarına katılır. Tüm oyuncular birer kez yarıştıktan sonra takımların bulunduğu yerdeki oyuncular sayılır. En çok oyuncusu olan (kazanan rakibiyle kendi takımına geçtiğinden) takım yarışmayı kazanmış sayılır.
Ebe kişi topu havaya atar ve oynayanlardan birinin ismini söyler. İsmi söylenen oyuncu topa doğru koşarken, diğerleri kaçmaya başlar. Adı söylenen kişi topu yere düşmeden yakalamaya çalışır. Topu yakaladığında “istop” diye bağırır. Bağırır bağırmaz, diğer oyuncular bulundukları yerlerde durmak zorundadırlar. Daha sonra topu yakalayan kişi topu oyunculardan birine doğru fırlatır, eğer vurmayı başarırsa oyunu kazanır
Uzunca bir ipin uçlarından iki kişi tutarak düzenli bir biçimde ve yükseklikte sallarken diğerleri belli hareketlerle ipin yere indiği noktada üzerinden sıçrarlar. Ayağı ipe takılan ya da atlayamayan ipi sallayanlardan birinin yerine geçer. Oyun bu şekilde devam eder.
Ağaçtan yapılmış kazıklar çamur ve çukur bir bölgeye saplanarak oynanır.Çamura saplanmış kazığı hem çamura saplayıp, hem deviren kazığı kazanı.Diğer oyuncu başka bir kazıkla oyuna devam eder.
(Bu oyunu büyüklerde oynayabilir) 4 ve daha fazla insanla oynanır.Ebeler 90 derece eğilip birbirine kenetlenir.En baştaki oyuncu, ayakta ve bir ağaca yada duvara yaslanmış durumdadır.Diğerleri karşıdan koşarak diğerlerinin sırtına binerler.Ve mani okuyarak 1 den 5 e kadar bir rakam tutarlar.Diğerleri rakamı bilirse yer değiştirilir.
Beş altı çocuk tarafından dışarıda yumuşak toprak zeminde oynanan bir oyundur. Her bir çocuk oyun alanında kendine bir köşe belirler. Tüm çocukların ellerinde birer sopa bulunur. Ayrıca tek bir küçük sopa da (çelik) vardır. Bir çocuk başka bir çocuğa çeliği atar, o da elindeki sopayla çeliği çeler. Çeliği atan çocuk çeliği almak için koşarken diğer çocuklar onun köşesine çukur kazıp sopalarını dikmeye çalışırlar. Çeliği kapan çocuk da arkadaşlarının boş köşelerine çeliği bırakmaya çalışır. Herkes hem sopasını dikip hem de kendi köşesini korumaya çalışırken sopasını dikemeyen ya da köşesine çelik bırakılan çocuk bir sonraki oyunda çeliği atacaktır. Oyun sonunda belirlenen derinliğe ulaşan çukura (örneğin 30-40 cm), o köşeyi korumakla görevli oyuncu indirilir. Çukurun kenarında biriken topraklar içinde oyuncu olduğu halde doldurulur ve sıkıştırılır. Oyuncu burada tek başına bırakılır ve ona oradan çıkması için kimse yardımcı olmaz.
75-80cm uzunluğunda bir sopa [çomak) ve 20-25cm uzunluğunda küçük bir sopa (Çelik) ile oynanır. Küçük sopa yerde açılan küçük bir çukura dengeli bir biçimde konur. Çomakla altından karşıdaki kişiye olanca hızıyla atılır. Karşıdaki kişi çeliği yakalarsa atan kişi değişir. Yakalayamazsa çeliği yerden alır kazılan çukura doğru eliyle atar, ebe ise çeliği çukura yanaştırmamak için elindeki çomakla vurmaya çalışır. Attığı çelik çukura ne kadar uzakta olduğu çomakla ölçülür, bu mesafe bir çomak boyu ise ebe sayı alır, değilse ebe yer değişir. Bu sayıları neticesinde kararlaştırılan ceza verilir.
Kış geceleri kadınlı erkekli erişkin grupları tarafından oynanan bir oyundur. Oyuna katılanlar iki gruba ayrılırlar, her gruptan bir kişi seçilir. Yazı tura atarak oyuna kimin başlayacağı belirlenir. Düz bir zeminde 10-12 parça çorap veya mendil serilir. Bunların birisinin altına gruptan 1 oyuncu tarafından yüzük saklanır. Diğer tarafın oyuncularından birisinden yüzüğün hangi parçanın (çorap veya mendil) altında olduğunu bilmesi istenir. Bulamazsa sıra aynı gruptan bir sonraki oyuncuya geçer. Yüzük bulunduğunda kaç parça örtü varsa o grubun hesabına o kadar puan yazılır. İlk açan kişi yüzüğü bulursa 20 puan alır. Önceden belirlenen 200-300 gibi bir puana ilk erişen grup oyunu kazanır. Kaybeden ekip diğer ekibe ziyafet vermek ya da başka bir isteklerini yerine getirmek durumundadır.
Özellikle mehtaplı gecelerde oynanan bu oyunda çocuklar iki gruba bölünürler. Gruplardan birisi diyelim ki “A” grubu, diğeri “B” grubu adını alır. Bir merkez belirlenir ve bir taş dikilir. Küçük beyaz bir kemik bulunur. Oyunculardan bir grup bu kemiği bir yere atar, ay ışığında her iki grup da bu kemiği aramaya koyulur. Kemiği önce bulan gruptan örneğin A grubu bulduysa, “A grubu B'ye bindiii” diye bağırır. A grubuna dahil olanlar, B grubundan kimi yakalarlarsa sırtına binerek kendilerini merkezdeki taşa kadar taşıtırlar. Yakalanmadan merkeze kadar koşanlar ise rakiplerini taşımaktan kurtulurlar. Oyun böylece sürüp gider.
Uçurtma yapmak ve uçurmak da eskiden çokça oynanan bir oyundu. Daha çok ilk bahar ve sonbaharda (rüzgarlı olması nedeniyle) oynanırdı. Uçurtmalar şimdiki gibi renkli şekilli değildi. Naylon poşetlerden, tütün naylonlarından elle yapılır ve genellikle 6'gen olurdu. Bu uçurtmalar daha çok harman yerlerinde uçurulurdu. Uçurtmanın düzgün uçması ve yükseğe çıkması itibar kaynağı idi. Rüzgar yetersiz gelince koşturarak uçurmak bir başka çözümdü.
Bir dönem çok meşhur olan bir oyuncaktı. Tabii ki marketten yada oyuncakçıdan alınmaz, mühendislik kabiliyeti olanlar kendileri yaparlardı. Bu arabalarla yarışlar yapılırdı. Bu yarış parkuru daha çok köyden gocagöle giden hafif eğimli yol ile Cabarların oradan Dübekönü'ne inen yol idi. Yukarıda da söylediğimiz gibi biraz mühendislik kabiliyeti gerektirdiğinden ya büyüklerden yardım almak gerekiyordu ya da yaşça büyük çocukların oynayabileceği bir oyuncaktı. Yapılışı: 4 sopa, oturmaya yetecek kadar tahta, 3 bilye (rulman) (2'si aynı büyüklükte biri diğerlerinden farklı olabilir, büyük olması tercih sebebidir) ile bunları birbirine tutturacak kadar çivi bu oyuncak yapımı için yeterli idi. Bu 4 sopanın birisine büyük bilye takılır ve sopanın ortasına kadar bilye indirilir. Ama bu sopa bilyeye biraz zor geçmeli ki çabuk çıkmasın. Bu ön teker vazifesi görür. Bilyenin dağından solundan uzanan sopa ise dümen niyetine kullanılır. Diğer bir sopaya ise kalan 2 bilye takılır. Bunlar arka teker vazifesi görürler.Bu iki sopa diğer kullanılmayan 2 sopa ile birleştirilir ve tahtalar son kullanılan sopaların üzerine oturmaya uygun şekilde çiviyle tutturulur. Böylece 3 tekerlekli bir oyuncak ortaya çıkardı.
Eskiden çocuklar kibrit kutularının resimli yüzleri yırtılarak kartlar oluşturulur ve oyunlar oynarlardı. Bu kartlarla 2 tür oyun oynanmakta idi. Birincisi 2 kişi ile oynanır ve kartlar karıştırılıp sırayla basılırdı. (bir çeşit pişti gibi ama vale yok.) Aynı resimli kart rastlarsa yerdeki kartları alırdı. İkinci oyun ise bir duvardan 70-80 cm yükseklikten kartlar duvara yaslayarak tutulur ve el çekilir, kart yere düşerdi. Diğer oyuncu ise aynı atış noktasından kendi kartını bırakırdı. Bırakılan kart diğer kartlardan birinin üzerinde kalırsa, yerdeki tüm kartlar o kartı atan oyuncunun onurdu.
(bkz: KİBRİT KABI)
okunabilecek bir yazar. okunacak yazar. sonra kesin baştan sona bi okuyacağım yazar.
Bu sözlerin kime, hangi belediye başkanına söylendiği apaçık belli... Belli olmaya belli de, Erdoğan'ın istediğini asla yapmaz.. Ben bu tipi biraz tanıyorsam büyük bir rezalet çıkarmadan, bizzat Erdoğan'a saldırmadan o koltuktan inmez... Bir kere buna vakti zamanında teslim oldukları malum yapı izin vermez. Verebilecekleri en büyük zararı vermeden istifa ettirmezler. Sadece bir tanesi de değil... İstanbul başta olmak üzere, malum yapının etkisinde olan her yerde bu böyle... Bütün mesele 2019'u kaos yılı yapabilmek... Ayrılmalarını beklemek yerine, seri şekilde görevden almak en doğru yöntem olacaktır. Samimi teşkilat mensupları, yereldeki bu tip adamların karşısında susmak yerine, konuşmalı, yanlışlara itiraz etmeli, CB'nin işini kolaylaştırmalı... Yerel siyaset fotoğraf çektirmekten ibaret olmamalı...
Hocam şahsi kanaatim birini görevden alirlarlarsa partinin fetöyle içli dışlı olduğu imajı ortaya çıkar diye almıyorlar. Ama malesef 25 30 yaşında memurlar işçiler bankasya'dan kredi çekti diye işten atılıyor. (kastım ısrarla bankasyaya para yatırıp çekenler degil)
1970 adana doğumlu gazeteci müsveddesi.
Ahmet Şık'ın savcı Selim Kiraz'ı şehit eden dhkp-c'lileri örgütün amacına uygun şekilde lanse ettiği haber... Dünyanın neresinde böyle bir haber yapılabilir? Avrupa'da terör yapanların medhiyesini bırak tek bir fotoğrafını gördük mü?
Ahmet Şık'ın savcı Selim Kiraz'ı şehit eden dhkp-c'lileri örgütün amacına uygun şekilde lanse ettiği haber... Dünyanın neresinde böyle bir haber yapılabilir? Avrupa'da terör yapanların medhiyesini bırak tek bir fotoğrafını gördük mü?
Ebubekir Sifil Caner Taslaman tartışmasının tekrarını izledim. Seviye yerlerde sürünüyor. Caner Taslaman, İslam'la ilgili uluslararası medyada oluşturulan bütün algıların arkasına saklanmış şımarık bir mahalle çocuğu gibi konuşuyor. İslamafobik bir İlahiyatçı (!) diyebiliriz. Ebubekir Sifil de buna cevap vermeye çalışıyor ancak yetersiz kalıyor. İzahlarını tam yapamıyor, çok teknik kalıyor.
Bütün mesele dinimizden Peygamber Efendimizi, yani Hadisleri kapı dışarı etmek isteyenlerin saldırılarından kaynaklanıyor. Bazı uç örnekler üzerinden ve onları da çarpıtarak günümüz insanının algısını yönetmek istiyorlar. Hadislere güven sarsıldığı zaman, dini hayatın biteceğini, İslamın bir uzak doğu dini gibi hayatla ilgisi olmayan felesefi bir ekol haline geleceğini düşünüyorlar.
Hadis ilmi muazzam bir ilimdir. Nakli bir ilimdir. Yani hadis ilmi arşivcilik gibidir. Hadis alimleri, ulaştıkları bütün hadis rivayetlerini ravilerin güvenilirlik derecelerini de not ederek yazmışlardır. Bunların kendi aralarındaki uyumuna, tenakuzlarına, Kur'ana ya da akıl mantık ölçüsüne uyumuna bakmamışlar... Çünkü nakle dayanan bir derleme yaptıklarını biliyorlardı. Hadisleri naklin sıhhati dışında başka açılardan değerlendirmeye tabii tutmanın kendi görevleri olmadığını; o görevin başka ilim dallarına ait olduğunu biliyorlardı.
Böylece yüz binlerce hadisten oluşan bir külliyat meydana getirdiler. Hadis alimleri, bu Hadis külliyatlarını matbaada basılsın, milyonlarca insan okusun; her Müslüman bu külliyatı okusun diye yazmadılar. (Zaten, bu eserler son yüzyıla kadar el yazması halinde gelen eserlerdi. Son iki yüz yıl hariç hiçbir yazar kitabını geniş kitleler için yazmış değildir zaten. Herkes konunun ehli için yazardı.) Dolayısıyla hadis külliyatı, din ilmiyle üst seviyede meşgul olanlara mahsus olarak hazırlanmış bir arşiv evrakı mahiyetindedir... Din alimleri yani Fıkıh (Hukuk), İtikat (İnanç), Tefsir (Kur'anı anlama ilmi) gibi ilimlerle meşgul olan alimler, meseleleri ele alırken ihtiyaç hissettikleri nispette bu Hadis külliyatından yararlanmışlardır. Kimisi çok kimisi daha az bir oranda başvuru kaynağı olarak kullanmışlar. Daha sonraki asırlarda birçok Hadis alimi, bu büyük hadis külliyatından seçmeler yaparak çeşitli Hadis mecmuaları derlemişlerdir ki, bunlar halk için, din görevlileri için gerekli gördükleri seçme hadislerden oluşan derlemelerdir. Bir müçtehit, bir müfessir, bir fakih derlemelerle yetinmez. Ancak bir imam, bir vaiz, kendi halinde bir Müslüman bunlarla yetinebilir. Yetinmesi de yerindedir.
Yüzlerce yıldır Hadis kitapları böyle işlevler görmüş. Yani o asırların Buhari, Ebu Davud gibi büyük alimleri bu devasa muhteşem malzemeyi bir sistematik halinde ortaya koyarak; fıkıh, akaid, kelam, tefsir vs. gibi dallarda çalışan din alimlerinin önüne kocaman bir dünya açmışlardır. Bu alimler de, bu hadis külliyatından yararlanarak başta fıkıh olmak üzere Müslüman dünyasının sorunlarına çözüm üretmeye çalışmışlardır.
Günümüz insanı için, bu hadis külliyatında yer alan yüz binlerce hadis içinde ilk bakışta mantıksız, saçma, hatalı gibi görünen; din ilminde kabiliyeti olmayanları şaşkınlığa uğratabilecek olanlar vardır. Çünkü günümüz insanı zaten korkunç enformasyon bombası altında değil dini olanı, insani ve fıtrî olan her şeyi de yitirmiştir. Tartışmaya açık gibi görünen az sayıdaki hadisi, Müslümanlara saldırmak için kullanan sözüm ona aydın (!) din adamları zümresi, ekran ekran gezerek çirkin iftira ve saldırılarına devam ediyorlar. Kimisi bu hadis külliyatını toptan atalım, kimi akıl ve mantık süzgecinden geçirerek beğenmediklerimizi atalım, kimisi de Kur'ana uyamayan hadisleri atalım gibi laflar ediyorlar. Dediklerini yapsak, bu ayıklama sürecine kim katılacak? Bütün ümmeti ve alimlerini ikna eden son karar vericiler kim olacak? Referandum mu yapacağız? AB raportörlerine mi soracağım? Bunların cevabı yok.! İslam ve Müslümanlar, Türkiye'den ibaret değil. Maldivlerden Asya steplerine kadar Müslüman dünyada kime neyi nasıl kabul ettireceğimize dair bir fikir serdettikleri de yok.
Şunu söylemiyorlar, bu devasa hadis külliyatıyla muhatap olmak ve hüküm çıkarmak alimlerin işidir. Ehli Sünnet alimleri bu konuda kılı kırk yaran bir hassasiyetle hareket etmişlerdir. Tarih boyunca ve şimdi de, geniş halk kitleleri başta Kur'an olmak üzere bu hadis külliyatından yararlanan alimlerin yazdığı iman, itikat, fıkıh, ilmihal sahalarındaki eserlere ve yine onların fetvalarına göre yaşamışlardır. Zira Kur'an ve hadisten hüküm çıkarmanın ehli ilme düşen bir vazife olduğu, herkesin bildiği bir gerçektir. Sadece din ilminde değil, her ilimde bu böyle değil midir? Geniş kitle, birbirinin zıddı veya zıddı gibi görünen hadisleri de barındıran yüz binlerce hadisten oluşan bir külliyatı okumamalıdır zaten. Bir çoğu aynı hadislerin farklı kişilerden gelen nakillere dayandığından tekrar mahiyetindedir. Bu bile Hadis külliyatının alimler için kaynak niteliğini gösterir. Ehli olmayan işin içinden çıkamaz.
Tartışmalar her zaman olmuş, ancak Ümmetin genel davranışı büyük oranda böyle olmuştur. Hadis düşmanlarının söylemleri, içinde hoşumuza gitmeyen kitaplar bulunan bir kütüphaneyi toptan yakalım ya da istediklerimizi seçip yakalım demeye benziyor. En basitinden şunu düşünmüyorlar ki, "Benim yararlanamadığın kaynaktan bir başkası yararlanabilir, benim görmediklerimi görebilir. Madem nakille geliyor orada dursun. Hangi hadisin fıkıhta, itikatta delil olup olmayacağına ehl-i ilim karar versin." Evet böyle düşünmüyorlar. Halbuki eleştiri yolu kapalı değildir. Ehli Sünnet alimleri birbirlerini eleştirmişler, birbirlerinden farklı hükümler vermişler. Fakat kaynak düşmanlığı yapmamışlar.
Peki Hadislere saldıran, Kur'an-ı Kerim'i kendi hevasına göre dilediği gibi yorumlayan; Kur'an Müslümanlığı diyen bu heriflerin asıl sorunu nedir o zaman?
Son iki yüzyılda batı karşısındaki yenilginin verdiği aşağılık kompleksi din ilmiyle meşgul olanları da etkilemiş; İslam alemi siyasi, ekonomik, kültürel olduğu kadar din ilminde de çöküş yaşamıştır. Bu çöküşün nedenlerini anlamaya çalışanların bir kısmı, kısa yoldan suçu kaynaklara atmak gibi bir kolaycılığa yönelmişlerdir. Modernistler dediğimiz bu ekol ilk defa sömürgeleştirilen İslam diyarlarında (Hindistan, Mısır) oryantalistlerin etkisiyle ortaya çıkmış; oradan Osmanlıya ve Cumhuriyet Türkiyesine gelmiştir. Bunlar önce hadisleri red veya elemeye tabii tutmak, sonra Kur'an'ı İslam dünyasındaki ve tarihindeki bağlamından kopararak üzerinde istedikleri gibi yorum yapacakları bir felsefe kitabına indirgemek gibi sonu küfre gidebilecek bir yol tutmuşlardır. Bu ekolün günümüz Türkiyesindeki karikatür temsilcileri de M.İslamoğlu, Y.Nuri Öztürk, Caner Taslaman, A.Bayındır gibi isimlerdir. Bence daha tehlikeli olanlar örtülü modernistlerdir. Gerçek kanaatini bir türlü net şekilde beyan etmeyen ilahiyatçılardır. H.Karaman bu konuda üzerinde durulması gereken bir isimdir.
Bu kişiler, Müslüman toplumların karşılaştığı, fakat kaynağı İslamiyet olmayan sorunları İslam'ı eğip bükerek çözme yolunu seçmişlerdir. (İçtihat ehli değillerdir. İçtihat İslami ilimlerin kendi bütünlüğü içinde hareket eden deha çapındaki alimlerin işidir ki, maalesef bu çöküş devrinde bu alimler yetişmemiştir.) Modernistlerin aralarında derece farkı olsa da yöntemleri aynıdır. Sayıları çoktur. İlahiyat fakülteleri bunlarla doludur. Diyanet teşkilatı maalesef ilmi değil bürokratik bir müessese olduğundan gönlü bunlardan yana olsa da ahaliyi karşısına alacak cesareti olmadığından orta yolcudur.
Bunlar, tezlerini ortaya koyarken daima ve ilk hedefe koydukları Hadis külliyatı ve o külliyata dayanan dört hak mezheptir. Fıkıhtan hiç hoşlanmazlar. Niçin? Çünkü bunları itibarsızlaştırmadan modernist bakışla yeni bir din inşa etmeye imkan yoktur.
Öte yandan geleneksel İslami eğitim veren medrese gibi köklü müesseseler Türkiye'de 90 senedir kapalı olduğundan bu modernist ilahiyatçılara cevap verecek İslam alimleri yetişmemiştir. Osmanlı bakiyesi alimler de artık vefat ettiği, piyasadan çekildiği için meydan bunlara kalmıştır. Türkiyede bunlarla mücadele saf ve temiz Müslüman kitlenin irfanına kalmıştır.Bu irfan bile günümüze kadar bu sapıklıkların kabul görmesini engelledi. Fakat artık durum değişiyor. Bu mesele Türkiye için varlık yokluk meselesidir. Türkiye yüzlerce yıldır sahih Ehl i Sünnet itikadının kalesi olmuştur. Bu kale yıkılırsa Türkiye'nin anlam dünyası yıkılır. O dağınıklık bizi maddeten de silip süpürür...
Bütün mesele dinimizden Peygamber Efendimizi, yani Hadisleri kapı dışarı etmek isteyenlerin saldırılarından kaynaklanıyor. Bazı uç örnekler üzerinden ve onları da çarpıtarak günümüz insanının algısını yönetmek istiyorlar. Hadislere güven sarsıldığı zaman, dini hayatın biteceğini, İslamın bir uzak doğu dini gibi hayatla ilgisi olmayan felesefi bir ekol haline geleceğini düşünüyorlar.
Hadis ilmi muazzam bir ilimdir. Nakli bir ilimdir. Yani hadis ilmi arşivcilik gibidir. Hadis alimleri, ulaştıkları bütün hadis rivayetlerini ravilerin güvenilirlik derecelerini de not ederek yazmışlardır. Bunların kendi aralarındaki uyumuna, tenakuzlarına, Kur'ana ya da akıl mantık ölçüsüne uyumuna bakmamışlar... Çünkü nakle dayanan bir derleme yaptıklarını biliyorlardı. Hadisleri naklin sıhhati dışında başka açılardan değerlendirmeye tabii tutmanın kendi görevleri olmadığını; o görevin başka ilim dallarına ait olduğunu biliyorlardı.
Böylece yüz binlerce hadisten oluşan bir külliyat meydana getirdiler. Hadis alimleri, bu Hadis külliyatlarını matbaada basılsın, milyonlarca insan okusun; her Müslüman bu külliyatı okusun diye yazmadılar. (Zaten, bu eserler son yüzyıla kadar el yazması halinde gelen eserlerdi. Son iki yüz yıl hariç hiçbir yazar kitabını geniş kitleler için yazmış değildir zaten. Herkes konunun ehli için yazardı.) Dolayısıyla hadis külliyatı, din ilmiyle üst seviyede meşgul olanlara mahsus olarak hazırlanmış bir arşiv evrakı mahiyetindedir... Din alimleri yani Fıkıh (Hukuk), İtikat (İnanç), Tefsir (Kur'anı anlama ilmi) gibi ilimlerle meşgul olan alimler, meseleleri ele alırken ihtiyaç hissettikleri nispette bu Hadis külliyatından yararlanmışlardır. Kimisi çok kimisi daha az bir oranda başvuru kaynağı olarak kullanmışlar. Daha sonraki asırlarda birçok Hadis alimi, bu büyük hadis külliyatından seçmeler yaparak çeşitli Hadis mecmuaları derlemişlerdir ki, bunlar halk için, din görevlileri için gerekli gördükleri seçme hadislerden oluşan derlemelerdir. Bir müçtehit, bir müfessir, bir fakih derlemelerle yetinmez. Ancak bir imam, bir vaiz, kendi halinde bir Müslüman bunlarla yetinebilir. Yetinmesi de yerindedir.
Yüzlerce yıldır Hadis kitapları böyle işlevler görmüş. Yani o asırların Buhari, Ebu Davud gibi büyük alimleri bu devasa muhteşem malzemeyi bir sistematik halinde ortaya koyarak; fıkıh, akaid, kelam, tefsir vs. gibi dallarda çalışan din alimlerinin önüne kocaman bir dünya açmışlardır. Bu alimler de, bu hadis külliyatından yararlanarak başta fıkıh olmak üzere Müslüman dünyasının sorunlarına çözüm üretmeye çalışmışlardır.
Günümüz insanı için, bu hadis külliyatında yer alan yüz binlerce hadis içinde ilk bakışta mantıksız, saçma, hatalı gibi görünen; din ilminde kabiliyeti olmayanları şaşkınlığa uğratabilecek olanlar vardır. Çünkü günümüz insanı zaten korkunç enformasyon bombası altında değil dini olanı, insani ve fıtrî olan her şeyi de yitirmiştir. Tartışmaya açık gibi görünen az sayıdaki hadisi, Müslümanlara saldırmak için kullanan sözüm ona aydın (!) din adamları zümresi, ekran ekran gezerek çirkin iftira ve saldırılarına devam ediyorlar. Kimisi bu hadis külliyatını toptan atalım, kimi akıl ve mantık süzgecinden geçirerek beğenmediklerimizi atalım, kimisi de Kur'ana uyamayan hadisleri atalım gibi laflar ediyorlar. Dediklerini yapsak, bu ayıklama sürecine kim katılacak? Bütün ümmeti ve alimlerini ikna eden son karar vericiler kim olacak? Referandum mu yapacağız? AB raportörlerine mi soracağım? Bunların cevabı yok.! İslam ve Müslümanlar, Türkiye'den ibaret değil. Maldivlerden Asya steplerine kadar Müslüman dünyada kime neyi nasıl kabul ettireceğimize dair bir fikir serdettikleri de yok.
Şunu söylemiyorlar, bu devasa hadis külliyatıyla muhatap olmak ve hüküm çıkarmak alimlerin işidir. Ehli Sünnet alimleri bu konuda kılı kırk yaran bir hassasiyetle hareket etmişlerdir. Tarih boyunca ve şimdi de, geniş halk kitleleri başta Kur'an olmak üzere bu hadis külliyatından yararlanan alimlerin yazdığı iman, itikat, fıkıh, ilmihal sahalarındaki eserlere ve yine onların fetvalarına göre yaşamışlardır. Zira Kur'an ve hadisten hüküm çıkarmanın ehli ilme düşen bir vazife olduğu, herkesin bildiği bir gerçektir. Sadece din ilminde değil, her ilimde bu böyle değil midir? Geniş kitle, birbirinin zıddı veya zıddı gibi görünen hadisleri de barındıran yüz binlerce hadisten oluşan bir külliyatı okumamalıdır zaten. Bir çoğu aynı hadislerin farklı kişilerden gelen nakillere dayandığından tekrar mahiyetindedir. Bu bile Hadis külliyatının alimler için kaynak niteliğini gösterir. Ehli olmayan işin içinden çıkamaz.
Tartışmalar her zaman olmuş, ancak Ümmetin genel davranışı büyük oranda böyle olmuştur. Hadis düşmanlarının söylemleri, içinde hoşumuza gitmeyen kitaplar bulunan bir kütüphaneyi toptan yakalım ya da istediklerimizi seçip yakalım demeye benziyor. En basitinden şunu düşünmüyorlar ki, "Benim yararlanamadığın kaynaktan bir başkası yararlanabilir, benim görmediklerimi görebilir. Madem nakille geliyor orada dursun. Hangi hadisin fıkıhta, itikatta delil olup olmayacağına ehl-i ilim karar versin." Evet böyle düşünmüyorlar. Halbuki eleştiri yolu kapalı değildir. Ehli Sünnet alimleri birbirlerini eleştirmişler, birbirlerinden farklı hükümler vermişler. Fakat kaynak düşmanlığı yapmamışlar.
Peki Hadislere saldıran, Kur'an-ı Kerim'i kendi hevasına göre dilediği gibi yorumlayan; Kur'an Müslümanlığı diyen bu heriflerin asıl sorunu nedir o zaman?
Son iki yüzyılda batı karşısındaki yenilginin verdiği aşağılık kompleksi din ilmiyle meşgul olanları da etkilemiş; İslam alemi siyasi, ekonomik, kültürel olduğu kadar din ilminde de çöküş yaşamıştır. Bu çöküşün nedenlerini anlamaya çalışanların bir kısmı, kısa yoldan suçu kaynaklara atmak gibi bir kolaycılığa yönelmişlerdir. Modernistler dediğimiz bu ekol ilk defa sömürgeleştirilen İslam diyarlarında (Hindistan, Mısır) oryantalistlerin etkisiyle ortaya çıkmış; oradan Osmanlıya ve Cumhuriyet Türkiyesine gelmiştir. Bunlar önce hadisleri red veya elemeye tabii tutmak, sonra Kur'an'ı İslam dünyasındaki ve tarihindeki bağlamından kopararak üzerinde istedikleri gibi yorum yapacakları bir felsefe kitabına indirgemek gibi sonu küfre gidebilecek bir yol tutmuşlardır. Bu ekolün günümüz Türkiyesindeki karikatür temsilcileri de M.İslamoğlu, Y.Nuri Öztürk, Caner Taslaman, A.Bayındır gibi isimlerdir. Bence daha tehlikeli olanlar örtülü modernistlerdir. Gerçek kanaatini bir türlü net şekilde beyan etmeyen ilahiyatçılardır. H.Karaman bu konuda üzerinde durulması gereken bir isimdir.
Bu kişiler, Müslüman toplumların karşılaştığı, fakat kaynağı İslamiyet olmayan sorunları İslam'ı eğip bükerek çözme yolunu seçmişlerdir. (İçtihat ehli değillerdir. İçtihat İslami ilimlerin kendi bütünlüğü içinde hareket eden deha çapındaki alimlerin işidir ki, maalesef bu çöküş devrinde bu alimler yetişmemiştir.) Modernistlerin aralarında derece farkı olsa da yöntemleri aynıdır. Sayıları çoktur. İlahiyat fakülteleri bunlarla doludur. Diyanet teşkilatı maalesef ilmi değil bürokratik bir müessese olduğundan gönlü bunlardan yana olsa da ahaliyi karşısına alacak cesareti olmadığından orta yolcudur.
Bunlar, tezlerini ortaya koyarken daima ve ilk hedefe koydukları Hadis külliyatı ve o külliyata dayanan dört hak mezheptir. Fıkıhtan hiç hoşlanmazlar. Niçin? Çünkü bunları itibarsızlaştırmadan modernist bakışla yeni bir din inşa etmeye imkan yoktur.
Öte yandan geleneksel İslami eğitim veren medrese gibi köklü müesseseler Türkiye'de 90 senedir kapalı olduğundan bu modernist ilahiyatçılara cevap verecek İslam alimleri yetişmemiştir. Osmanlı bakiyesi alimler de artık vefat ettiği, piyasadan çekildiği için meydan bunlara kalmıştır. Türkiyede bunlarla mücadele saf ve temiz Müslüman kitlenin irfanına kalmıştır.Bu irfan bile günümüze kadar bu sapıklıkların kabul görmesini engelledi. Fakat artık durum değişiyor. Bu mesele Türkiye için varlık yokluk meselesidir. Türkiye yüzlerce yıldır sahih Ehl i Sünnet itikadının kalesi olmuştur. Bu kale yıkılırsa Türkiye'nin anlam dünyası yıkılır. O dağınıklık bizi maddeten de silip süpürür...
Son zamanlardaki en güzel haber, Büyükada'da toplanan ajanların iş üstünde basılmasıydı.
"Uluslararası Af Örgütü: Türkiye kırmızı çizgiyi aştı, rejim artık saygın değil
Anlamı: Türkiye İstihbarat aparatı olduğumuzu fark etti."
"Uluslararası Af Örgütü: Türkiye kırmızı çizgiyi aştı, rejim artık saygın değil
Anlamı: Türkiye İstihbarat aparatı olduğumuzu fark etti."
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?