Bu bağlamda kendime örnek aldığım sevgili ilahiyatçı öğretmen dostum Efkan Vural Hocamdan bahsedeğim. Öncelikle çok teşekkür etmek istiyorum. İyi ki varsın hocam.
Yıllar önce, Dost, komşu ve akrabalarımızın çoğu kapımızı çalmazken, telefon bile açmazken üst kat komşumuz Efkan Vural hocamın samimi desteğini asla unutamam, Allah razı olsun hocam.
Hidayet öykümü sanırım biliyorsunuz. Efendimiz Hz .Muhammed SAV’in hayatını okurken Efkan Vural hocamın hal ve tavırları gözümün önüne geldi.
Çünkü okuduğum pek çok ahlaki davranış Efkan Vural hocamda mevcuttu.
Mütevazi olmak, güleryüzlü ve tatlı dilli olmak, yardımsever olmak, komşuya ikram etmek, herkese saygı, sevgi ve hoşgörü göstermek, vs.
Ve sürekli ilimle meşgul olarak çok okumak ve okuduklarını yaşamak. Evet onu kendime örnek alıyorum ve ben Efkan hocamı Efendimizin SAV ahlakını yaşadığı için çok seviyorum…
Benim çocukluğumdan beri hayalim öğretmen olmaktı. İnsanlara faydalı olup bir şeyler öğretmekti. Bu hayalim Efkan hocamın beni ısrarla yazmaya teşvik etmesiyle gerçek oldu.
Gerçek oldu dedim, çünkü yazılarınla çok şeyler öğreniyoruz diye mailler alıyorum. Dini bilgileri anlatırken moralimi bozanlar da oldu, sen alim misin, nerden biliyorsun diyerek…
Ben de bu durumu üzülerek Efkan hocama anlatmış ve artık kimseye anlatmak istemiyorum hocam, demiştim.
Efkan hocam, Hayır Celȃl anlatacaksın. Geçen akşam bir hadis-i şerif okuyunca sen aklıma geldin. Efendimiz SAV buyuruyor ki:
“Ahir zamanda ümmetimden bir kısım kimseler vardır, onlar alim değillerdir, fakat ilim taşırlar.”
Celȃl, sen çok iyi bir ilim taşıyıcısısın, anlatmaya ve yazı yazmaya devam et, demişti.
Sevgili Efkan hocam benim en iyi dostum, akıl danıştığım büyüğüm, kendime örnek aldığım mütevazi, dürüst, ahlaklı, dindar, çalışkan, Allah'ın -inşallah- salih bir kuludur.
Benim namaza başlamama -oturarak teyemmümle nasıl kılacağımı öğreterek ve namazın önemini anlatarak- vesile oldu, yani beni Rabbimle buluşturdu. Allah ebediyyen razı olsun.
Aslında o kadar yazacak şey var ki, ama yine yazıyı uzatmamak için bitiriyorum.
Hz. Muhammed SAV der ki: “Ruhumu kudret altında tutan Allah'a yemin ederim ki cennete sadece güzel ahlak sahipleri girer.”
Allah, affı, lütfu, rahmetiyle bizleri sarmalayıp cennetine alırsa eğer, o sonsuz hayatta sevdiklerimizle beraber Efkan hocamgille ebedi dost oluruz inşallah…
Efkan hocamgil taşındılar ama hala sık sık bize gelir, çay içerek sohbet ederiz. Dün akşam (22 Kasım 2015 Pazar) Efkan hocamın eşi Hatice hanım, sık sık yaptığı gibi benim için az şekerli kek yapmış, getirmiş. (Aynı zamanda şeker hastasıyım.) Akşam yine keyifli bir sohbet oldu. Allah razı olsun.
Başta Efkan Vural hocam ve değerli eşi Hatice hocam, kardeşim Berrin, eniştem Oğuz Kızıklı olmak üzere, bu yazıyı okuyan yüzlerce öğretmenin yaşı ne olursa olsun ellerinden öpüyorum.
Ve Hz. Ali gibi; ‘Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.‘ diyorum. İyi ki varsınız.
Öğretmenler Gününüz kutlu olsun.
Allah’ın beni hidayete erdirmesinden sonra, yani uzay okyanusunda yüzen dünya gemisine neden bindirildiğimi hatırladığım zaman, kendimce bir araştırmaya girdim.
Farklı mezhepler, farklı tarikatlar ve değişik cemaatler vardı. İslam dini tek değil miydi, bu ayrılığın sebebi neydi. İlahiyatçı dostum Efkan Vural hocama sordum.
Celal, mezhep, tarikat; arapça yol demektir. Amaç, Allah’ın rızasını kazanmaktır.
Yüz olarak birbirinin birebir aynı insan hiç yokken, düşünce yapısı olarak da birbirinin aynısı insan hiç yoktur. Her insan karakterine uygun bir yolla Allah’a ulaşabilir.
Onun için Necmeddîni Kübrâ Hazretleri buyurur ki: “Allâh’a giden yollar, mahlûkların nefesleri kadar çoktur.”
Tarikatlar, bu amacımıza hızlıca ulaşabilmek için nefsin terbiye metodlarını ve çeşitli ibadet ritüellerini bir sisteme oturtmuş dini topluluklardır, dedi.
Mesela burası Ankara. Ankara’ya nasıl ulaşırsın? İsteyen İstanbul yolundan, isteyen Samsun yolundan, isteyen Eskişehir yolundan veya Konya yolundan şehre girebilir.
Ya da isteyen trenle veya uçakla gelebilir, diye ekledi. Hmm, Anladım hocam.
Peki, ben de bir tarikata girmeli miyim? dedim. Hayır Celal, bu devirde artık gerekmez.
Eskiden internet, kitap, radyo, TV, vs. yoktu, insanlar dini bilgileri bir mürşitten alıyorlardı.
Celal, sana dini bilgileri güzelce öğrenmen için bir tavsiyem ve uyarım olacak; Bol bol kitap oku, çok sohbet dinle… Ama, …
Ama kitap alırken, radyo, TV ve internetten sohbet dinlerken tek ölçün şu olsun;
Bir insan, Kuran ve hadislere uygun konuşmuyor ve anlattıklarını yaşamıyorsa, onun kitabını okuma ve sohbetini hemen kapat.
Bir insanın havada uçması veya suyun üzerinde yürümesi önemli değildir. Önemli olan, o kimsenin Kur’an ve sünnete uymasıdır.
Çünkü Peygamber Efendimiz SAV buyuruyor ki: “Ben size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılın. Onlar: Kuran ve sünnetimdir.”
Evet, Efkan hocamın bu tavsiyesini yıllardır tutuyorum. Balarısı gibi her çiçekten öz topluyorum. Ehli sünnet pekçok alimin sohbetlerinden hergün yeni bilgiler öğreniyorum.
Namaz kıldığımı bilen ve Facebook’ta paylaştığım resim ve videoları gören bazı arkadaşlar, beni bir cemaatten sanıyorlar ve; Sen hangi tarikat veya cemaattensin, diyorlar.
Onlara şunu derim:
Lütfen önyargınızı kırın. Paylaştığım resimdeki söz, Nakşibendi tarikatının bir kolunun lideri rahmetli Prof. Dr. Mahmut Esad Coşan Hocaefendiye (1938-2001) ait bir sözdü.
Dünkü paylaştığım video ise, Bediüzzaman Said Nursi’nin (1876-1960) eseri Risale-i Nur’da geçen bir konuyu müzakere eden Nur talebelerinin sohbetindendi.
Bunlar, Hz. Mevlana ve benzer daha pekçok ehli sünnet alimin sözlerini paylaştım.
Evet, balarısı gibi her güzel çiçekten temiz bir öz topluyorum. Fakat ben hiçbir cemaate girmedim, ki zaten giremem; Ben yattığım yerde namazını kılan yatalak bir engelliyim.
Suizan ederek günaha girmeyin. Ünlü fizikçi Einstein, “İnsanların önyargılarını yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur”, der.
Farklı mezhepler, farklı tarikatlar ve değişik cemaatler vardı. İslam dini tek değil miydi, bu ayrılığın sebebi neydi. İlahiyatçı dostum Efkan Vural hocama sordum.
Celal, mezhep, tarikat; arapça yol demektir. Amaç, Allah’ın rızasını kazanmaktır.
Yüz olarak birbirinin birebir aynı insan hiç yokken, düşünce yapısı olarak da birbirinin aynısı insan hiç yoktur. Her insan karakterine uygun bir yolla Allah’a ulaşabilir.
Onun için Necmeddîni Kübrâ Hazretleri buyurur ki: “Allâh’a giden yollar, mahlûkların nefesleri kadar çoktur.”
Tarikatlar, bu amacımıza hızlıca ulaşabilmek için nefsin terbiye metodlarını ve çeşitli ibadet ritüellerini bir sisteme oturtmuş dini topluluklardır, dedi.
Mesela burası Ankara. Ankara’ya nasıl ulaşırsın? İsteyen İstanbul yolundan, isteyen Samsun yolundan, isteyen Eskişehir yolundan veya Konya yolundan şehre girebilir.
Ya da isteyen trenle veya uçakla gelebilir, diye ekledi. Hmm, Anladım hocam.
Peki, ben de bir tarikata girmeli miyim? dedim. Hayır Celal, bu devirde artık gerekmez.
Eskiden internet, kitap, radyo, TV, vs. yoktu, insanlar dini bilgileri bir mürşitten alıyorlardı.
Celal, sana dini bilgileri güzelce öğrenmen için bir tavsiyem ve uyarım olacak; Bol bol kitap oku, çok sohbet dinle… Ama, …
Ama kitap alırken, radyo, TV ve internetten sohbet dinlerken tek ölçün şu olsun;
Bir insan, Kuran ve hadislere uygun konuşmuyor ve anlattıklarını yaşamıyorsa, onun kitabını okuma ve sohbetini hemen kapat.
Bir insanın havada uçması veya suyun üzerinde yürümesi önemli değildir. Önemli olan, o kimsenin Kur’an ve sünnete uymasıdır.
Çünkü Peygamber Efendimiz SAV buyuruyor ki: “Ben size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılın. Onlar: Kuran ve sünnetimdir.”
Evet, Efkan hocamın bu tavsiyesini yıllardır tutuyorum. Balarısı gibi her çiçekten öz topluyorum. Ehli sünnet pekçok alimin sohbetlerinden hergün yeni bilgiler öğreniyorum.
Namaz kıldığımı bilen ve Facebook’ta paylaştığım resim ve videoları gören bazı arkadaşlar, beni bir cemaatten sanıyorlar ve; Sen hangi tarikat veya cemaattensin, diyorlar.
Onlara şunu derim:
Lütfen önyargınızı kırın. Paylaştığım resimdeki söz, Nakşibendi tarikatının bir kolunun lideri rahmetli Prof. Dr. Mahmut Esad Coşan Hocaefendiye (1938-2001) ait bir sözdü.
Dünkü paylaştığım video ise, Bediüzzaman Said Nursi’nin (1876-1960) eseri Risale-i Nur’da geçen bir konuyu müzakere eden Nur talebelerinin sohbetindendi.
Bunlar, Hz. Mevlana ve benzer daha pekçok ehli sünnet alimin sözlerini paylaştım.
Evet, balarısı gibi her güzel çiçekten temiz bir öz topluyorum. Fakat ben hiçbir cemaate girmedim, ki zaten giremem; Ben yattığım yerde namazını kılan yatalak bir engelliyim.
Suizan ederek günaha girmeyin. Ünlü fizikçi Einstein, “İnsanların önyargılarını yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur”, der.
Birkaç hafta önce kıymeti bilinmeyen iki şey diye bir hadisi şerifin ışığında bir yazı yazmıştık. Hatırladınız sanırım. Bunlar sağlık ve boş vakitti.
Bu yazıda trafikte geçen zamanların doğru değerlendirilmesi hakkında yazacağız.
Youtube’da bir televizyon programından minik bir bölüm paylaşmışlardı. Programda konuşulan mevzu tasavvuftu. Sunucu trafikten şöyle bahsetti ki, işte bu yazıya konu oldu.
İyi ki trafik var, dedi. Yoğun stresli bir iş gününün ardından araba kullanarak dinleniyorum. Kendimle başbaşa kalıp bol bol düşünüyorum…
Hem de dinlemeye fırsat bulamadığım sizin tasavvuf sohbetlerinizi flaştan dinliyorum. Bazen de radyodaki güzel bir müzikle duygulanıp ağlıyorum. Stresim anında sıfırlanıyor, dedi.
Evet, büyükşehirlerde trafik büyük problemdir. Ama bakış açımızı değiştirirsek biz de iyi ki trafik var diyebiliriz.
Acizane emekli olmadan önce işyerimiz taşındı ve son altı sene Sincan’dan Bilkent’e gittik geldik. Babam arabaya yaptırdığı asansörle beni tekerlekli sandalyemle götürdü getirdi.
Otuz kilometre mesafeyi yoğun trafikten 45-50 dk da alırdık. Ben trafikteki bu süreyi en iyi şekilde değerlendirirdim. Onbeş dakika zikir ve duam olurdu.
Sonra babamdan bir radyodan dini bir sohbet açmasını isterdim. Sohbeti dinlerken gözümü kapar, başımı eğerdim. Bu hastalığım sebebiyle 42 yıldır yorgunluğum geçmedi.
Evet her şeyde olduğu gibi trafiğe de bakışımızı değiştirirsek problem olarak görmeyi bırakın, iyi ki trafik var, deriz. Şu ayetin pekçok hikmetinden birisi de budur bence…
"Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216. ayet)
Mesela bir öğrenci o gün derste öğrendiği bir konuyu serviste tekrar edebilir. Namaza başlayan bir kimse, namazda okuyacağı dua ve sureleri işe gidip gelirken serviste ezberleyebilir.
Bu yazıda trafikte geçen zamanların doğru değerlendirilmesi hakkında yazacağız.
Youtube’da bir televizyon programından minik bir bölüm paylaşmışlardı. Programda konuşulan mevzu tasavvuftu. Sunucu trafikten şöyle bahsetti ki, işte bu yazıya konu oldu.
İyi ki trafik var, dedi. Yoğun stresli bir iş gününün ardından araba kullanarak dinleniyorum. Kendimle başbaşa kalıp bol bol düşünüyorum…
Hem de dinlemeye fırsat bulamadığım sizin tasavvuf sohbetlerinizi flaştan dinliyorum. Bazen de radyodaki güzel bir müzikle duygulanıp ağlıyorum. Stresim anında sıfırlanıyor, dedi.
Evet, büyükşehirlerde trafik büyük problemdir. Ama bakış açımızı değiştirirsek biz de iyi ki trafik var diyebiliriz.
Acizane emekli olmadan önce işyerimiz taşındı ve son altı sene Sincan’dan Bilkent’e gittik geldik. Babam arabaya yaptırdığı asansörle beni tekerlekli sandalyemle götürdü getirdi.
Otuz kilometre mesafeyi yoğun trafikten 45-50 dk da alırdık. Ben trafikteki bu süreyi en iyi şekilde değerlendirirdim. Onbeş dakika zikir ve duam olurdu.
Sonra babamdan bir radyodan dini bir sohbet açmasını isterdim. Sohbeti dinlerken gözümü kapar, başımı eğerdim. Bu hastalığım sebebiyle 42 yıldır yorgunluğum geçmedi.
Evet her şeyde olduğu gibi trafiğe de bakışımızı değiştirirsek problem olarak görmeyi bırakın, iyi ki trafik var, deriz. Şu ayetin pekçok hikmetinden birisi de budur bence…
"Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216. ayet)
Mesela bir öğrenci o gün derste öğrendiği bir konuyu serviste tekrar edebilir. Namaza başlayan bir kimse, namazda okuyacağı dua ve sureleri işe gidip gelirken serviste ezberleyebilir.
Bayramda ziyaretime gelen misafirlerden biri, Celal sana özeniyorum, dedi. AVM’lerde, işyerlerinde, caddede vs. artık haram ve günahlar sel gibi akıyor.
Allah seni sevmiş, adeta korumaya almış, diye ekledi. Ahlaksız konuşmaları duymuyorsun, dekolte görüntüleri mecburen görmüyorsun, dedi.
İnşallah bu hastalığınla ibadet yapmış oluyorsun, dedi. Zaten namazımı kılıyorum, dedim. Celal, ibadet sadece namaz, oruç, zekat değildir.
İbadet 2 türlüdür. Allah’ın ‘Yap‘ dediğini yapmak ve ’Yapma‘ dediğini yapmamaktır.
Sen, Allah‘ın ‘Namaz kıl‘ emrine, aynı zamanda ’Gözünüzü haramdan koruyun‘ emrine de uyuyorsun. İkisinden de çok sevap alıyorsun, dedi.
Yani, harama gözümü kapayarak namaz kılmış gibi sevap alıyorum, dedim. Aynen öyle Celal kardeşim, dedi.
Allah seni sevmiş, adeta korumaya almış, diye ekledi. Ahlaksız konuşmaları duymuyorsun, dekolte görüntüleri mecburen görmüyorsun, dedi.
İnşallah bu hastalığınla ibadet yapmış oluyorsun, dedi. Zaten namazımı kılıyorum, dedim. Celal, ibadet sadece namaz, oruç, zekat değildir.
İbadet 2 türlüdür. Allah’ın ‘Yap‘ dediğini yapmak ve ’Yapma‘ dediğini yapmamaktır.
Sen, Allah‘ın ‘Namaz kıl‘ emrine, aynı zamanda ’Gözünüzü haramdan koruyun‘ emrine de uyuyorsun. İkisinden de çok sevap alıyorsun, dedi.
Yani, harama gözümü kapayarak namaz kılmış gibi sevap alıyorum, dedim. Aynen öyle Celal kardeşim, dedi.
Bunun cevabı aslında çok basit; Benden geriye faydalı bir eser kalması için, böylelikle ölünce amel defterimin kapanmaması için, bu kitabı yazıyorum.
Buna, şu anlatacaklarımı öğrendikten sonra karar verdim.
Ebu Hureyre (ra)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu:
"İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer.
Şu üç şey bundan müstesnadır:
1- Sadaka-i câriye, (okul, cami, hastane, köprü, aşevi, vs… yaptıran)
2- istifade edilen ilim, (faydalı kitap yazan, buluş, icat, öğrenci yetiştirmek, vs… )
3- kendisine dua eden hayırlı evlat."
(Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizi, Nesâî)
Evet ben zengin değilim ki, cami, okul, hastane, vs. yaptırayım.
Artık evlenemem, şimdi yatalağım, çocuğum da olamaz.
Evet ben bu hadisi belki on yıl önce okudum, nedenlerden biri buydu, ama kitap yazma kararını vermemi sağlayan asıl şey şuydu:
Hastalığımın adı Friedreich Ataksisi. 1860 yılında keşfeden alman doktorun adıyla anılıyor. Bu hastalığın nedeni bilinmiyor, sürekli ilerliyor ve dolayısıyla bir tedavi de yok.
Beyincikteki hücreler yaşlanıyormuş. Öyle demişti doktor. Beyincik, beynin alt bölümünde vücudun güç ve denge koordinasyonunu sağlayan bir organımız…
Yani, his ve görünüm olarak normal insanlardan farkımız yok. Ama beyincik hücreleri sürekli yaşlandığı için sanki yüz-yüzelli yaşındaki insan gibi güçsüz ve dengesiziz. Belki daha yaşlı…
Yani biz Friedreich Ataksisi (FA) hastaları, hızlandırmalı eğitim derler ya, hızlı yaşamış ve çabucak yaşlanmış oluyoruz. O yüzden kendimi ölüme yakın hissederdim.
Tabi ölüm saatini ancak Allah bilir. Bazı ülkelerde 60 yaşını aşkın FA hastaları var.
Bunları öğrendikten sonra, yukarıdaki hadisi hatırladım ve yazının girişinde belirttiğim gibi, benden geriye faydalı bir eser kalması ve ölünce amel defterimin kapanmaması için, bu kitabı yazmaya karar verdim.
Aslında bu bilgileri 7-8 yıl önce öğrendiğim için hayatımı anlattığım minik bir kitapçık yazmıştım, hatta sayfamda da paylaşmıştım. Faydalıydı, yazılarını okudukça namaza başladım, diye mesajlar alıyordum çünkü.
Zaten bu yüzden blog sayfama yazılar yazıyorum. Şimdi ise, böyle bir kitabı yazıların özetini de hayat hikayemle harmanlayarak yazma kararı verdim, çünkü 40’lı yaşlardayım.
Buna, şu anlatacaklarımı öğrendikten sonra karar verdim.
Ebu Hureyre (ra)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu:
"İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer.
Şu üç şey bundan müstesnadır:
1- Sadaka-i câriye, (okul, cami, hastane, köprü, aşevi, vs… yaptıran)
2- istifade edilen ilim, (faydalı kitap yazan, buluş, icat, öğrenci yetiştirmek, vs… )
3- kendisine dua eden hayırlı evlat."
(Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizi, Nesâî)
Evet ben zengin değilim ki, cami, okul, hastane, vs. yaptırayım.
Artık evlenemem, şimdi yatalağım, çocuğum da olamaz.
Evet ben bu hadisi belki on yıl önce okudum, nedenlerden biri buydu, ama kitap yazma kararını vermemi sağlayan asıl şey şuydu:
Hastalığımın adı Friedreich Ataksisi. 1860 yılında keşfeden alman doktorun adıyla anılıyor. Bu hastalığın nedeni bilinmiyor, sürekli ilerliyor ve dolayısıyla bir tedavi de yok.
Beyincikteki hücreler yaşlanıyormuş. Öyle demişti doktor. Beyincik, beynin alt bölümünde vücudun güç ve denge koordinasyonunu sağlayan bir organımız…
Yani, his ve görünüm olarak normal insanlardan farkımız yok. Ama beyincik hücreleri sürekli yaşlandığı için sanki yüz-yüzelli yaşındaki insan gibi güçsüz ve dengesiziz. Belki daha yaşlı…
Yani biz Friedreich Ataksisi (FA) hastaları, hızlandırmalı eğitim derler ya, hızlı yaşamış ve çabucak yaşlanmış oluyoruz. O yüzden kendimi ölüme yakın hissederdim.
Tabi ölüm saatini ancak Allah bilir. Bazı ülkelerde 60 yaşını aşkın FA hastaları var.
Bunları öğrendikten sonra, yukarıdaki hadisi hatırladım ve yazının girişinde belirttiğim gibi, benden geriye faydalı bir eser kalması ve ölünce amel defterimin kapanmaması için, bu kitabı yazmaya karar verdim.
Aslında bu bilgileri 7-8 yıl önce öğrendiğim için hayatımı anlattığım minik bir kitapçık yazmıştım, hatta sayfamda da paylaşmıştım. Faydalıydı, yazılarını okudukça namaza başladım, diye mesajlar alıyordum çünkü.
Zaten bu yüzden blog sayfama yazılar yazıyorum. Şimdi ise, böyle bir kitabı yazıların özetini de hayat hikayemle harmanlayarak yazma kararı verdim, çünkü 40’lı yaşlardayım.
Ömür boyu unutamadığım kızla ilk karşılaşma
Böylelikle Aradan bir sene geçti. 1989 yılı, Lise 2 ye geçmiştim.
Haziran ayında, okullar kapandıktan bir hafta sonra bir davetiye geldi. Site bahçesinde cumartesi akşamı olacak nişana çağrılıyorduk.
İşte hayatımın en önemli ânı o akşam oldu. Bir ömür boyu unutamadığım o kızı ilk defa orada gördüm.
Site bahçesinde kurulan masaların birinde biz delikanlılar oturmuştuk. Karşımızdaki kurulan masalarda yüzlerce insan vardı.
Tabi henüz 16’sında ergenlikteki bir genç olarak, karşı cinse yeni yeni ilgi duyuyorduk.
Zaten meslek lisesinde çok az kız öğrenci okuyordu. Sınıfımızda üç kız vardı. Kendime güvensiz oluşumdan bakmazdım bile...
Geçen yıl da, kolejdeki zengin ve kendini beğenmiş kızlara birtürlü ısınamamıştım. Gerçi ısınsam bile onlar beni beğenmezlerdi, yamuk, dengesiz diye alay ediyorlardı çünkü.
Karşıdaki masaların birinde yaşıtımız kızlar oturuyordu. Tabi biraz baktım ama kızların hiçbiri ilgimi çekmedi. Fakat iki dakika sonra o masaya bir kız geldi oturdu.
Ceylanlar kadar güzel bir kızdı. Yürüyüşündeki endama hayran kalmıştım. Yüzü ay gibi parlıyordu. Kablolarla bağlanan ampüllerden birinin tam altına oturmuştu.
Yazdıklarım yüreğimden geçenlerdir. Yazarken o anı yeniden hissediyorum çünkü... Kendimi hiçbir zaman bir yazar olarak görmedim.
Naçizane hayata dair yazılar yazan bir engelliyim. Bir yazar gibi duygularımı tam olarak anlatamıyorum. Ama bu şiir, o anki duygularıma tercüman oluyor:
GÖNÜLLE BAŞBAŞA
Dudakları bir dal ateş, mercan gibi
Bakışları masum bir heyecan gibi
Yürürken titreyen o narin endamı
Pembe bir gül açmış taze fidan gibi
Fark edemiyorum gözle gördüğümü
Saçlarında bağlı aşkın kör düğümü
Bir tatlı rüya mı, bir canlı büyü mü?
Elim dokunuyor, fakat yalan gibi...
ŞİİR: Mehmet Akif Ersoy
Gözlerinde boğuluyordum
Ortada oynayanları seyrederken gözgöze geldik. Sanki o an zaman durmuştu. Gözlerimi ayıramadan o güzel yeşil gözlere bakıyordum. İlhan İrem’in şarkısında dediği gibi, Yemyeşil bir denizdi. Ne bir sandal, ne bir ada, ne bir sahil vardı, boğuluyordum.
Etrafta neler oluyor farkında değildik. Türkü susunca uyandık. Fakat az sonra ben tekrar ona baktım. Bakışımı farkedince de utancımdan yönümü çevirmiştim. Oynayanları az seyrettikten sonra tekrar ona döndüğümde ise, bu kez o bana bakıyordu.
Bugüne kadar hep dengesizliğimle alay edildiği için kendime aşırı güvensizdim. Beni beğeniyor olabilir miydi? Yoksa, bu kim bana bakan diye mi bakıyordu, bilemiyordum. Fakat ben onun gözlerine çarpılmış, ona bakmaktan kendimi alamıyordum.
Birisi masalarına geldi, onu oynamaya kaldırdı. Kalktı, oynarken sık sık gözgöze geliyorduk. Ben o kızın oynarken muhteşem endamını, dans figürlerini ve dengesini gördükçe, aman Allah’ım bu kız beni nasıl beğenecek, diyordum.
Çünkü masamızda yaşıtım olan, hem çok yakışıklı, hem de karanlık olmasına rağmen düzgün yürüyen arkadaşlarım vardı.
İlk görüşte Aşk
Yukarıda anlatmıştım. Kolejdeyken öğretmenmizin atkıyla gözümü bağlattırıp kendi etrafımda dönüşümü ve bütün sınıfın kahkahalarla gülmesinden bahsetmiştim. Korkuyordum.
Çünkü ışık olmayınca dengemi iyice kaybediyorum. Allah öyle merhametli ki, bana bu hastalığı vermiş ama gözlerim ve kulaklarımda rahatsızlık vermemiş çok şükür...
İlk görüşte aşk derlerdi ama nasıl olur ki, derdim. Şimdi ise ben ilk görüşte aşka düşmüştüm. Onun gözlerinin içine bakınca kalbinin güzelliğini hissediyordum.
Elest bezminde gördüğüm Allah’ın nuru buydu elbette. Yoksa ilk görüşte nasıl aşık olurdum ki... Kalbinin güzelliği yüzüne yansımıştı çünkü...
O kızla bakışmalarımız saatler sürdü. Zaman geçmesin istiyordum. İçimden o kızın kim olduğunu, nerede oturduğunu düşünüyordum.
Belli ki nişana gelen davetlilerden biriydi. Bir daha onu görecek miydim? Derken annemin ilerden hadi gidiyoruz işaretiyle irkildim. Saat 23’ü geçmişti.
Saatlerdir oturmaktan zaten uyuşmuştum ve de yetersiz ışıkla dengemi iyice yitireceğimi biliyordum. Ayağa kalkıp yürüsem bana bakacaktı. Bir çözüm arıyordum.
Kalbim güvercin kalbi gibi hızla pırpır atmaya başladı. Nasıl kalkacağım diye düşünürken önümden sitemizdeki bir abi geçiyordu. Ani bir hareketle kalkarak koluna giriverdim.
Samimi sohbetle gülüşerek site bahçesinden çıktık. O abiyle neler konuştuğumu inanın hiç hatırlamıyorum.
Böylelikle Aradan bir sene geçti. 1989 yılı, Lise 2 ye geçmiştim.
Haziran ayında, okullar kapandıktan bir hafta sonra bir davetiye geldi. Site bahçesinde cumartesi akşamı olacak nişana çağrılıyorduk.
İşte hayatımın en önemli ânı o akşam oldu. Bir ömür boyu unutamadığım o kızı ilk defa orada gördüm.
Site bahçesinde kurulan masaların birinde biz delikanlılar oturmuştuk. Karşımızdaki kurulan masalarda yüzlerce insan vardı.
Tabi henüz 16’sında ergenlikteki bir genç olarak, karşı cinse yeni yeni ilgi duyuyorduk.
Zaten meslek lisesinde çok az kız öğrenci okuyordu. Sınıfımızda üç kız vardı. Kendime güvensiz oluşumdan bakmazdım bile...
Geçen yıl da, kolejdeki zengin ve kendini beğenmiş kızlara birtürlü ısınamamıştım. Gerçi ısınsam bile onlar beni beğenmezlerdi, yamuk, dengesiz diye alay ediyorlardı çünkü.
Karşıdaki masaların birinde yaşıtımız kızlar oturuyordu. Tabi biraz baktım ama kızların hiçbiri ilgimi çekmedi. Fakat iki dakika sonra o masaya bir kız geldi oturdu.
Ceylanlar kadar güzel bir kızdı. Yürüyüşündeki endama hayran kalmıştım. Yüzü ay gibi parlıyordu. Kablolarla bağlanan ampüllerden birinin tam altına oturmuştu.
Yazdıklarım yüreğimden geçenlerdir. Yazarken o anı yeniden hissediyorum çünkü... Kendimi hiçbir zaman bir yazar olarak görmedim.
Naçizane hayata dair yazılar yazan bir engelliyim. Bir yazar gibi duygularımı tam olarak anlatamıyorum. Ama bu şiir, o anki duygularıma tercüman oluyor:
GÖNÜLLE BAŞBAŞA
Dudakları bir dal ateş, mercan gibi
Bakışları masum bir heyecan gibi
Yürürken titreyen o narin endamı
Pembe bir gül açmış taze fidan gibi
Fark edemiyorum gözle gördüğümü
Saçlarında bağlı aşkın kör düğümü
Bir tatlı rüya mı, bir canlı büyü mü?
Elim dokunuyor, fakat yalan gibi...
ŞİİR: Mehmet Akif Ersoy
Gözlerinde boğuluyordum
Ortada oynayanları seyrederken gözgöze geldik. Sanki o an zaman durmuştu. Gözlerimi ayıramadan o güzel yeşil gözlere bakıyordum. İlhan İrem’in şarkısında dediği gibi, Yemyeşil bir denizdi. Ne bir sandal, ne bir ada, ne bir sahil vardı, boğuluyordum.
Etrafta neler oluyor farkında değildik. Türkü susunca uyandık. Fakat az sonra ben tekrar ona baktım. Bakışımı farkedince de utancımdan yönümü çevirmiştim. Oynayanları az seyrettikten sonra tekrar ona döndüğümde ise, bu kez o bana bakıyordu.
Bugüne kadar hep dengesizliğimle alay edildiği için kendime aşırı güvensizdim. Beni beğeniyor olabilir miydi? Yoksa, bu kim bana bakan diye mi bakıyordu, bilemiyordum. Fakat ben onun gözlerine çarpılmış, ona bakmaktan kendimi alamıyordum.
Birisi masalarına geldi, onu oynamaya kaldırdı. Kalktı, oynarken sık sık gözgöze geliyorduk. Ben o kızın oynarken muhteşem endamını, dans figürlerini ve dengesini gördükçe, aman Allah’ım bu kız beni nasıl beğenecek, diyordum.
Çünkü masamızda yaşıtım olan, hem çok yakışıklı, hem de karanlık olmasına rağmen düzgün yürüyen arkadaşlarım vardı.
İlk görüşte Aşk
Yukarıda anlatmıştım. Kolejdeyken öğretmenmizin atkıyla gözümü bağlattırıp kendi etrafımda dönüşümü ve bütün sınıfın kahkahalarla gülmesinden bahsetmiştim. Korkuyordum.
Çünkü ışık olmayınca dengemi iyice kaybediyorum. Allah öyle merhametli ki, bana bu hastalığı vermiş ama gözlerim ve kulaklarımda rahatsızlık vermemiş çok şükür...
İlk görüşte aşk derlerdi ama nasıl olur ki, derdim. Şimdi ise ben ilk görüşte aşka düşmüştüm. Onun gözlerinin içine bakınca kalbinin güzelliğini hissediyordum.
Elest bezminde gördüğüm Allah’ın nuru buydu elbette. Yoksa ilk görüşte nasıl aşık olurdum ki... Kalbinin güzelliği yüzüne yansımıştı çünkü...
O kızla bakışmalarımız saatler sürdü. Zaman geçmesin istiyordum. İçimden o kızın kim olduğunu, nerede oturduğunu düşünüyordum.
Belli ki nişana gelen davetlilerden biriydi. Bir daha onu görecek miydim? Derken annemin ilerden hadi gidiyoruz işaretiyle irkildim. Saat 23’ü geçmişti.
Saatlerdir oturmaktan zaten uyuşmuştum ve de yetersiz ışıkla dengemi iyice yitireceğimi biliyordum. Ayağa kalkıp yürüsem bana bakacaktı. Bir çözüm arıyordum.
Kalbim güvercin kalbi gibi hızla pırpır atmaya başladı. Nasıl kalkacağım diye düşünürken önümden sitemizdeki bir abi geçiyordu. Ani bir hareketle kalkarak koluna giriverdim.
Samimi sohbetle gülüşerek site bahçesinden çıktık. O abiyle neler konuştuğumu inanın hiç hatırlamıyorum.
Dudakları bir dal ateş, mercan gibi
Bakışları masum bir heyecan gibi
Yürürken titreyen o narin endamı
Pembe bir gül açmış taze fidan gibi
Fark edemiyorum gözle gördüğümü
Saçlarında bağlı aşkın kör düğümü
Bir tatlı rüya mı, bir canlı büyü mü?
Elim dokunuyor, fakat yalan gibi...
(gbkz:Mehmet Akif Ersoy)
Bakışları masum bir heyecan gibi
Yürürken titreyen o narin endamı
Pembe bir gül açmış taze fidan gibi
Fark edemiyorum gözle gördüğümü
Saçlarında bağlı aşkın kör düğümü
Bir tatlı rüya mı, bir canlı büyü mü?
Elim dokunuyor, fakat yalan gibi...
(gbkz:Mehmet Akif Ersoy)
Friedreich ataksisi, sinir sisteminde ilerleyici hasara neden olarak yürüme bozukluğundan konuşma problemlerine kadar geniş bir semptom yelpazesine sahip otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Kalp hastalıklarına ve diyabete yol açabilir ancak düşünme yeteneğini etkilemez.
Friedreich ataksisi'ndeki ataksi omurilikteki sinir dokusunun dejenerasyonu nedeniyle gelişir. Omurilik incelir ve sinir hücreleri miyelin kılıflarını kaybetmeye başlarlar.
Hastalık, ismini ilk kez 1860'larda bu durumu açıklayan Alman doktor Nikolaus Friedreich'ten almıştır.
Friedreich ataksisi'ndeki ataksi omurilikteki sinir dokusunun dejenerasyonu nedeniyle gelişir. Omurilik incelir ve sinir hücreleri miyelin kılıflarını kaybetmeye başlarlar.
Hastalık, ismini ilk kez 1860'larda bu durumu açıklayan Alman doktor Nikolaus Friedreich'ten almıştır.
Cam Kemik hastası Nazlı Hakk’a yürüdü
“Gecenin ne kadar uzun olduğunu ancak hastalar bilir.” (Sadi)
Bu sözü hastane koğuşlarında yatanlar anlar. Evet Nazlı Yılmaz defalarca hastanede yatmıştı. Büyük ızdıraplar çeken Nazlı dün yoğun bakımda son nefesini verdi. (14.10.2014)
Nazlı Yılmaz ile birkaç yıl önce Facebook’tan tanışıp arkadaş olduk. Yalova’da yaşayan Cam kemik hastası 1985 doğumlu engelli bir kardeşimdi. Hayat doluydu.
Ona hep imrendim. Herşeye rağmen herkese moral vermek, hep gülümsemek, çektiği ağrılara rağmen herzaman şükretmek ve herkesin sevgisini kazanmak, koca yürekli Nazlı...
Nazlı tekerlekli sandalyede olmasına rağmen pes etmedi, açık lise okudu. Boş oturmak yerine yerel gazetede engelli kardeşlerine yazılar yazdı, engelli derneklerinde çalıştı.
Ve kimseye muhtaç olmamak için takılar satıyordu, hatta bazı takıları boncuklarla kendisi hazırlıyordu.
Allah rahmet eylesin, Allah ailesine sabr-ı cemil versin, bizleri cennette buluştursun.
İşte bu sabah Facebook’u açtığımda Nazlı’nın Hakk’a yürüdüğü haberini okuyunca ona birkez daha özendim.
Savaşların olduğu, masum çocukların öldüğü, her yerde zulüm, sıkıntı, vahşet… kazalar, cinayetler, haksızlıkların kol gezdiği yalan dünyaya veda etti.
O, bu sabır ve şükür imtihanını başarıyla geçti.
Aşağıda geçtiğimiz yıllarda hakkında yerel Yalova gazetesinde çıkan haberi paylaşmak istiyorum.
3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nde okuduğu ‘üzülme’ adlı şiir ile yürekleri yaralayan cam kemik hastası Nazlı Yılmaz’ı geçtiğimiz günlerde evinde ziyaret eden Milli Eğitim Müdürü Ahmet Yurtman’a iadeyi ziyaret yapıldı.
Ziyaret esnasında konuşan Müdür Yurtman, “Allah bazılarına güzellik, imkân, fiziki ve maddi manada birçok şey veriyor. Ama yürek vermiyor. Ama bakıyorsunuz Nazlı’ya Allah bedeninin yarısını vermemiş fakat dağ gibi bir yürek ve zekâ vermiş.
Nazlı’nın ‘üzülme’ adlı şiirini duyduğumda gözyaşlarımı tutamamıştım. Nazlı'nın bu teslimiyetçi ruh halini gördükçe benim de çalışma azmim daha çok artıyor” dedi.
Nazlı YILMAZ’ın üzülme Şiiri:
Könuşamıyorum diye üzülme,ÖMhnjym
Nice konuşan var ama duyan yok.
Duyamıyorum diye üzülme
Zaten kimse kimsenin feryadını duymaz olmuş.
Göremiyorum diye üzülme,
Zaten nice haksızlıklar var görmezden geliniyor.
Tutmuyor mu elin hiç üzülme,
Zaten kimse kimsenin elini tutmaz olmuş.
Yürüyemiyorum diye üzülme,
Fani dünyada sen bir yolcusun yürüsen de yürümesen de.
Müdür Yurtman, cam kemik hastası Nazlı Yılmaz’ın “Üzülme” adlı şiirindeki “Yürüyemiyorum diye üzülme. Sen bu dünyada yolcusun yürüsen de yürüyemesen de” mısrasını Milli Eğitim Müdürlüğü’ne tabela yaptıracağını ifade etti. http://blog.milliyet.com.tr/her-seye-ragmen-yasamak-cok-guzel-88/Blog/?BlogNo=510251
“Gecenin ne kadar uzun olduğunu ancak hastalar bilir.” (Sadi)
Bu sözü hastane koğuşlarında yatanlar anlar. Evet Nazlı Yılmaz defalarca hastanede yatmıştı. Büyük ızdıraplar çeken Nazlı dün yoğun bakımda son nefesini verdi. (14.10.2014)
Nazlı Yılmaz ile birkaç yıl önce Facebook’tan tanışıp arkadaş olduk. Yalova’da yaşayan Cam kemik hastası 1985 doğumlu engelli bir kardeşimdi. Hayat doluydu.
Ona hep imrendim. Herşeye rağmen herkese moral vermek, hep gülümsemek, çektiği ağrılara rağmen herzaman şükretmek ve herkesin sevgisini kazanmak, koca yürekli Nazlı...
Nazlı tekerlekli sandalyede olmasına rağmen pes etmedi, açık lise okudu. Boş oturmak yerine yerel gazetede engelli kardeşlerine yazılar yazdı, engelli derneklerinde çalıştı.
Ve kimseye muhtaç olmamak için takılar satıyordu, hatta bazı takıları boncuklarla kendisi hazırlıyordu.
Allah rahmet eylesin, Allah ailesine sabr-ı cemil versin, bizleri cennette buluştursun.
İşte bu sabah Facebook’u açtığımda Nazlı’nın Hakk’a yürüdüğü haberini okuyunca ona birkez daha özendim.
Savaşların olduğu, masum çocukların öldüğü, her yerde zulüm, sıkıntı, vahşet… kazalar, cinayetler, haksızlıkların kol gezdiği yalan dünyaya veda etti.
O, bu sabır ve şükür imtihanını başarıyla geçti.
Aşağıda geçtiğimiz yıllarda hakkında yerel Yalova gazetesinde çıkan haberi paylaşmak istiyorum.
3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nde okuduğu ‘üzülme’ adlı şiir ile yürekleri yaralayan cam kemik hastası Nazlı Yılmaz’ı geçtiğimiz günlerde evinde ziyaret eden Milli Eğitim Müdürü Ahmet Yurtman’a iadeyi ziyaret yapıldı.
Ziyaret esnasında konuşan Müdür Yurtman, “Allah bazılarına güzellik, imkân, fiziki ve maddi manada birçok şey veriyor. Ama yürek vermiyor. Ama bakıyorsunuz Nazlı’ya Allah bedeninin yarısını vermemiş fakat dağ gibi bir yürek ve zekâ vermiş.
Nazlı’nın ‘üzülme’ adlı şiirini duyduğumda gözyaşlarımı tutamamıştım. Nazlı'nın bu teslimiyetçi ruh halini gördükçe benim de çalışma azmim daha çok artıyor” dedi.
Nazlı YILMAZ’ın üzülme Şiiri:
Könuşamıyorum diye üzülme,ÖMhnjym
Nice konuşan var ama duyan yok.
Duyamıyorum diye üzülme
Zaten kimse kimsenin feryadını duymaz olmuş.
Göremiyorum diye üzülme,
Zaten nice haksızlıklar var görmezden geliniyor.
Tutmuyor mu elin hiç üzülme,
Zaten kimse kimsenin elini tutmaz olmuş.
Yürüyemiyorum diye üzülme,
Fani dünyada sen bir yolcusun yürüsen de yürümesen de.
Müdür Yurtman, cam kemik hastası Nazlı Yılmaz’ın “Üzülme” adlı şiirindeki “Yürüyemiyorum diye üzülme. Sen bu dünyada yolcusun yürüsen de yürüyemesen de” mısrasını Milli Eğitim Müdürlüğü’ne tabela yaptıracağını ifade etti. http://blog.milliyet.com.tr/her-seye-ragmen-yasamak-cok-guzel-88/Blog/?BlogNo=510251
“Gecenin ne kadar uzun olduğunu ancak hastalar bilir.” (Sadi)
Sevgili Efkan hocam benim en iyi dostum, akıl danıştığım büyüğüm, kendime örnek aldığım mütevazi, dürüst, ahlaklı, dindar, çalışkan, Allah'ın -inşallah- salih bir kuludur.
Benim namaza başlamama -oturarak teyemmümle nasıl kılacağımı öğreterek ve namazın önemini anlatarak- vesile oldu, yani beni Rabbimle buluşturdu. Allah ebediyyen razı olsun.
Allah bizleri sevdiklerimizle birlikte cennette de komşu etsin.
Efkan Vural http://blog.milliyet.com.tr/efkanvural
Gençliklerinde birbirlerine aşık olan çift, ancak 90’ı devirdikten sonra evlenebildi...
Kahramanmaraş’ta dillere destan olacak bir sevda öyküsü yaşandı. 1938’te 15 yaşındaki Mustafa Karakoyun ile 18 yaşındaki Döndü Kıraç birbirlerine aşık oldu.
Ancak erkek tarafı evlenmelerine karşı çıktı. Aradan yıllar geçti, Döndü ile Göksun’a taşınan Mustafa başkalarıyla evlenip çoluk çocuğa karıştılar.
92 yaşındayken eşini kaybedip Elbistan’da bir huzurevine yerleşen Mustafa Karakoyun, burada 95 yaşına gelen Döndü ile karşılaştı.
77 yıllık aşkları alevlenince nikah masasına oturan çift, huzurevinden ayrılıp küçük bir eve taşındı.
http://yasam.millet.com.tr/77-yillik-askta-mutlu-son--haberi/1274281
Kahramanmaraş’ta dillere destan olacak bir sevda öyküsü yaşandı. 1938’te 15 yaşındaki Mustafa Karakoyun ile 18 yaşındaki Döndü Kıraç birbirlerine aşık oldu.
Ancak erkek tarafı evlenmelerine karşı çıktı. Aradan yıllar geçti, Döndü ile Göksun’a taşınan Mustafa başkalarıyla evlenip çoluk çocuğa karıştılar.
92 yaşındayken eşini kaybedip Elbistan’da bir huzurevine yerleşen Mustafa Karakoyun, burada 95 yaşına gelen Döndü ile karşılaştı.
77 yıllık aşkları alevlenince nikah masasına oturan çift, huzurevinden ayrılıp küçük bir eve taşındı.
http://yasam.millet.com.tr/77-yillik-askta-mutlu-son--haberi/1274281
İnsan hala hayatta olduğundan utanır mı..?
Utanırmış..
Rabbim Dağlıca'daki (16 asker-6eyl2015) ve Iğdır'daki (11 polis-8eyl2015) tüm şehitlerimize rahmet etsin..
Amîn..
Utanırmış..
Rabbim Dağlıca'daki (16 asker-6eyl2015) ve Iğdır'daki (11 polis-8eyl2015) tüm şehitlerimize rahmet etsin..
Amîn..
Kusurunu Söyleyen Dostları Olmalı İnsanın
http://2.bp.blogspot.com/-Iq8UEyXe7GY/UH043kw6dAI/AAAAAAAADBM/fYo6UVMZcOw/s400/dost_1237670498-201x300.jpg
Tek kusursuz Allah’tır. Hepimizin az veya çok kusurlarımız vardır. Kimi insanların ise kusurdan öte günah alışkanlığı vardır. İçki, kumar, zina, yalancılık gibi…
Bu imtihan dünyasında kusurlarımızı söyleyebilen dostlara ihtiyacımız var. “Dostum sen iyisin, hoşsun ama keşke şu huyundan da vazgeçsen” diyenler gerçek dostumuzdur.
Ama inşallah onlara gücenmeyelim, kırılmayalım ve nefsimizin avukatlığına soyunup kendimizi temize çıkarmaya çalışmayalım. Hatayı itiraf etmek, Allah’ın affına ulaştıran bir erdemdir. Şeytan ve nefsimiz hatamızı itiraf ettirmez ki affa mazhar olamayalım.
Haklısın dostum, iyi ki beni uyardın. Allah senden razı olsun, demeli, hatamızı görme erdemi gösterebilmeliyiz. Efendimiz SAV bu konuda buyuruyor ki:
“Her insan hata yapabilir, Hata yapanların en hayırlısı günahına tövbe edenlerdir”
Mesela, dostumuzun sırtında bir böcek gördük mü hemen uyarırız değil mi? Böceği geçtik, sırtına çıkmış zehirli bir akrep görsek, panikleyerek uyarmaz mıyız?
Neden uyarırız, çünkü o sevdiğimizi akrep sokabilir ve belki de ölebilir.
Kısacık dünyamızın harap olmasına sebep olabilecek akrebi görünce hemen uyaran insanlar, neden ölümsüzlük diyarı ahiretimizi harap edecek şeyler için uyarmazlar?
Dostum sen çok iyi bir dostsun, keşke içki de içmesen. Keşke övünme huyun da olmasa. Keşke öfkeni yenip çabuk sinirlenmesen ve kırıcı sözler söylemesen. Keşke sen de namaza başlasan gibi sözlerle bizi uyaran dostlar bizi gerçekten seviyorlardır.
Bu konuda yazıyı kısa tutmak adına internette rastladığım şu örneği paylaşmak istiyorum:
Hayatını Allah yolunda vakfetmiş ihlas sahibi bir din büyüğümüz Bediüzzaman Said Nursi de ömrü boyunca karşılaştığı haksızlıklara daima güzel bir sabır ile sabretmiş, herşeyin takdirini daima Allah'a bırakmıştır.
Yapılan haksızlıklarda nefsi adına bir karşılık vermemiştir. Hep Allah'ın beğeneceği şekilde bir tavır göstermiştir. Her olayın güzelliklerini ve rahmet yönlerini dile getirmiştir.
Allah'ın kendisini muhatap kıldığı her olayın ilahi bir lütuf
olduğunu, her musibette mutlaka bir nimet yönü bulunduğunu söylemiştir.
Bir sözünde de kendisine yapılan haksız ithamların, hakaretamiz sözlerin sabretmesinin sonucunda Allah'ın kendisine bir rahmete ve nimete çevirdiğini şöyle anlatmaktadır;
Hâlimi, istirahatimi düşünen ve her musibete karşı sabır ile sükûtumu garip bulup şaşıran dostlarımın şöyle bir sualleri var ki:
"Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli idin, çok az bir hakarete tahammül edemezdin?"
İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda küçük düşürücü, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum.
Sonra Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip, o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:
Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler.
Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır.
Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan yalancı şöhretten kurtarmaya yardımdır. Evet ben nefsim ile barışmamışım. Çünkü terbiye etmemişim.
Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir. Eğer o adamın hakareti, benim imana ve Kuran'a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil.
O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kuran'a havale ediyorum. O Aziz'dir, Hakîm'dir.
Allah hepimize kusur ve hatalarımızı cesaretle söyleyebilen dostlar versin. Ve bizi uyaran o gerçek dostlarımıza da darılmadan hatasını kabullenebilen selim bir kalp nasip etsin.
Tek kusursuz Allah’tır. Hepimizin az veya çok kusurlarımız vardır. Kimi insanların ise kusurdan öte günah alışkanlığı vardır. İçki, kumar, zina, yalancılık gibi…
Bu imtihan dünyasında kusurlarımızı söyleyebilen dostlara ihtiyacımız var. “Dostum sen iyisin, hoşsun ama keşke şu huyundan da vazgeçsen” diyenler gerçek dostumuzdur.
Ama inşallah onlara gücenmeyelim, kırılmayalım ve nefsimizin avukatlığına soyunup kendimizi temize çıkarmaya çalışmayalım. Hatayı itiraf etmek, Allah’ın affına ulaştıran bir erdemdir. Şeytan ve nefsimiz hatamızı itiraf ettirmez ki affa mazhar olamayalım.
Haklısın dostum, iyi ki beni uyardın. Allah senden razı olsun, demeli, hatamızı görme erdemi gösterebilmeliyiz. Efendimiz SAV bu konuda buyuruyor ki:
“Her insan hata yapabilir, Hata yapanların en hayırlısı günahına tövbe edenlerdir”
Mesela, dostumuzun sırtında bir böcek gördük mü hemen uyarırız değil mi? Böceği geçtik, sırtına çıkmış zehirli bir akrep görsek, panikleyerek uyarmaz mıyız?
Neden uyarırız, çünkü o sevdiğimizi akrep sokabilir ve belki de ölebilir.
Kısacık dünyamızın harap olmasına sebep olabilecek akrebi görünce hemen uyaran insanlar, neden ölümsüzlük diyarı ahiretimizi harap edecek şeyler için uyarmazlar?
Dostum sen çok iyi bir dostsun, keşke içki de içmesen. Keşke övünme huyun da olmasa. Keşke öfkeni yenip çabuk sinirlenmesen ve kırıcı sözler söylemesen. Keşke sen de namaza başlasan gibi sözlerle bizi uyaran dostlar bizi gerçekten seviyorlardır.
Bu konuda yazıyı kısa tutmak adına internette rastladığım şu örneği paylaşmak istiyorum:
Hayatını Allah yolunda vakfetmiş ihlas sahibi bir din büyüğümüz Bediüzzaman Said Nursi de ömrü boyunca karşılaştığı haksızlıklara daima güzel bir sabır ile sabretmiş, herşeyin takdirini daima Allah'a bırakmıştır.
Yapılan haksızlıklarda nefsi adına bir karşılık vermemiştir. Hep Allah'ın beğeneceği şekilde bir tavır göstermiştir. Her olayın güzelliklerini ve rahmet yönlerini dile getirmiştir.
Allah'ın kendisini muhatap kıldığı her olayın ilahi bir lütuf
olduğunu, her musibette mutlaka bir nimet yönü bulunduğunu söylemiştir.
Bir sözünde de kendisine yapılan haksız ithamların, hakaretamiz sözlerin sabretmesinin sonucunda Allah'ın kendisine bir rahmete ve nimete çevirdiğini şöyle anlatmaktadır;
Hâlimi, istirahatimi düşünen ve her musibete karşı sabır ile sükûtumu garip bulup şaşıran dostlarımın şöyle bir sualleri var ki:
"Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli idin, çok az bir hakarete tahammül edemezdin?"
İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda küçük düşürücü, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum.
Sonra Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip, o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:
Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler.
Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır.
Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan yalancı şöhretten kurtarmaya yardımdır. Evet ben nefsim ile barışmamışım. Çünkü terbiye etmemişim.
Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir. Eğer o adamın hakareti, benim imana ve Kuran'a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil.
O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kuran'a havale ediyorum. O Aziz'dir, Hakîm'dir.
Allah hepimize kusur ve hatalarımızı cesaretle söyleyebilen dostlar versin. Ve bizi uyaran o gerçek dostlarımıza da darılmadan hatasını kabullenebilen selim bir kalp nasip etsin.
İnşallah kelimesi “Allah izin verirse” , “Allah’tan bir mani gelmezse” , “Allah ömür verirse” gibi anlamlara gelir.
Allahu Teala, Kalem suresinde geçen olayda, yapacakları işin olmasını Allah’ın iznine bağlamadan edilen sözlerin neticesinde -kafir bile olsalar- neler olabileceğini açıklıyor. Ayrıca yazının devamında bu konuda başımdan geçmiş bir olayı anlatacağım.
KALEM SURESİ 17 – 35. AYETLER
17- Biz onları (Mekkeli inkârcılar) da sınadık, bahçe sahiplerini sınadığımız gibi. Hani onlar sabah olunca (fakirler gelmeden) bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.
18- İstisna da etmiyorlardı ("inşaallah" demiyorlardı) , (Allah’ın iznine bağlamamışlardı. Ayrıca fakirlerin payını düşünmemişlerdi.)
19- Fakat onlar uyurken dolaşıcı bir belâ onu sardı da,
20- Bahçe simsiyah kesiliverdi.
21- Derken sabahleyin birbirlerine seslendiler:
22- "Haydi, devşirecekseniz erkenden ekininize gidin" diye.
23- Derken fırladılar, aralarında fısıldaşıyorlardı.
24- "Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın" diyorlardı.
25- (Zanlarınca yoksulları) engellemeye güçleri yeterek erkenden gittiler.
26- Fakat bahçeyi gördüklerinde: "Biz herhalde yanlış gelmişiz" dediler .
27- "Yok, biz mahrum edilmişiz." (dediler).
28- İçlerinde en makul olanı şöyle dedi: "Ben size Rabbinizi tesbih etsenize dememiş miydim?"
29- "Rabbimizi tesbih ederiz, doğrusu biz zalimler imişiz." (dediler).
30- Ardından suçu birbirlerine yüklemeye başladılar.
31- Yazıklar olsun bize, dediler, biz azgınlarmışız.
32- Ola ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir. Biz Rabbimize yönelir, ondan umarız.
33- İşte azap böyledir. Elbette ahiret azabı daha büyüktür. Fakat bilselerdi.
34- Kuşkusuz korunanlar için de, Rableri katında nimetleri bol bahçeler vardır.
35- Öyle ya, teslimiyet gösterenleri suçlular gibi tutar mıyız hiç?
Bu kelimeyi kullanmamızı Allah istiyor. İnşallah kelimesi kullanılmadan söylenen sözler ilahi rahmetten mahrum olur. ‘İnşallah’ kelimesi Kuran’da ‘inşaallah’ diye geçmektedir.
İnşallah kelimesini her sözümüzde kullanmazsak ahirette sorumlu olur muyuz bilmiyorum ama Rabbimiz istediği için inşallah demeliyiz. Geçenlerde bu yazıyı yazmama sebep olan şöyle bir olay yaşadım:
Erkek kardeşimgil bizde ziyarettelerdi. Bilmeyenler için söyleyeyim ben tekerlekli sandalyede engelliyim ve her konuda yardıma muhtacım. Kardeşim babamı biraz dinlendirmek için akşam sürekli, abi yarın sana banyo yaptıracam, diyordu. O Cuma sabahı bana tekrar : Abi hadi seni vinçle kaldırıp klozete oturtunca banyo yaptırayım, dedi.
Ben, yok boşver yapmayalım, pazar yapalım, dedim. Kardeşim ısrar ediyordu, ben ise zahmet olmasın diye karşı çıkıyordum. Babam odaya girdi. Hadi kardeşin sana banyo yaptırsın, bugün mübarek Cuma günü, yıkanmak sevap; Pazar günü bir daha yaparsınız, dedi. Ama hiçbirimiz inşallah demiyorduk.
Kardeşim beni sandalyeden vinçle kaldırıp klozete oturtunca fark ettik ki daha bir dakika önce akan sular birden kesilmişti. Ben film şeridi gibi geçen konuşmalarımızı düşündüm.
Ve olayın farkına vardım. Biz yapacağımız banyoyu inşallah diyerek Allah’ın iznine bağlamamıştık. Kardeşime dedim ki: Allah, Kuran’da bizden, yarın yapacağım deme, inşallah yarın yapacağım de, diye emredip inşallah dememizi istiyor.
“Hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım" deme. Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni,doğruya daha yakın olana eriştirir."de. “ (Kehf suresi, 23-24.ayetler)
Gel kardeşim hatamızı kabul edelim, af dileyelim, dedim. Nasıl, dedi. Söyleyebildiğimiz kadar “estağfirullah” diyelim, içimizden de affet Rabbim özür dilerim Sen affedicisin diyelim, dedim. İkimizde kafamızı suçlu gibi öne eğip kaç kez dedik hatırlamıyorum.
Beş dakika sonra sular geldi. Elhamdülillah deyip banyomuzu yaptık ve dersimizi aldık.
Anlattığım bu olaya tesadüf diyenler olabilir. Benim yorumum şöyle: Her olay Allah’ın dilemesiyle olur ve sayısız gizli nedenleri (hikmet) olabilir. Ben her zaman olayların hikmetinin bana bakan yönü ne olabilir diye düşünürüm ve dersimi alırım.
Suyun tam o an kesilmesi ve beş dakika içinde geri gelmesinin maddi sebebini düşündüm. Allah bilir belki de o an bir vana sökülüp takılacaktı ve sokağın suyunu kapatıp açtılar. Maddi sebebi ne olursa olsun, olaylara hikmet nazarıyla bakan pek çok ibret bulabilir.
Allahu Teala, Kalem suresinde geçen olayda, yapacakları işin olmasını Allah’ın iznine bağlamadan edilen sözlerin neticesinde -kafir bile olsalar- neler olabileceğini açıklıyor. Ayrıca yazının devamında bu konuda başımdan geçmiş bir olayı anlatacağım.
KALEM SURESİ 17 – 35. AYETLER
17- Biz onları (Mekkeli inkârcılar) da sınadık, bahçe sahiplerini sınadığımız gibi. Hani onlar sabah olunca (fakirler gelmeden) bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.
18- İstisna da etmiyorlardı ("inşaallah" demiyorlardı) , (Allah’ın iznine bağlamamışlardı. Ayrıca fakirlerin payını düşünmemişlerdi.)
19- Fakat onlar uyurken dolaşıcı bir belâ onu sardı da,
20- Bahçe simsiyah kesiliverdi.
21- Derken sabahleyin birbirlerine seslendiler:
22- "Haydi, devşirecekseniz erkenden ekininize gidin" diye.
23- Derken fırladılar, aralarında fısıldaşıyorlardı.
24- "Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın" diyorlardı.
25- (Zanlarınca yoksulları) engellemeye güçleri yeterek erkenden gittiler.
26- Fakat bahçeyi gördüklerinde: "Biz herhalde yanlış gelmişiz" dediler .
27- "Yok, biz mahrum edilmişiz." (dediler).
28- İçlerinde en makul olanı şöyle dedi: "Ben size Rabbinizi tesbih etsenize dememiş miydim?"
29- "Rabbimizi tesbih ederiz, doğrusu biz zalimler imişiz." (dediler).
30- Ardından suçu birbirlerine yüklemeye başladılar.
31- Yazıklar olsun bize, dediler, biz azgınlarmışız.
32- Ola ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir. Biz Rabbimize yönelir, ondan umarız.
33- İşte azap böyledir. Elbette ahiret azabı daha büyüktür. Fakat bilselerdi.
34- Kuşkusuz korunanlar için de, Rableri katında nimetleri bol bahçeler vardır.
35- Öyle ya, teslimiyet gösterenleri suçlular gibi tutar mıyız hiç?
Bu kelimeyi kullanmamızı Allah istiyor. İnşallah kelimesi kullanılmadan söylenen sözler ilahi rahmetten mahrum olur. ‘İnşallah’ kelimesi Kuran’da ‘inşaallah’ diye geçmektedir.
İnşallah kelimesini her sözümüzde kullanmazsak ahirette sorumlu olur muyuz bilmiyorum ama Rabbimiz istediği için inşallah demeliyiz. Geçenlerde bu yazıyı yazmama sebep olan şöyle bir olay yaşadım:
Erkek kardeşimgil bizde ziyarettelerdi. Bilmeyenler için söyleyeyim ben tekerlekli sandalyede engelliyim ve her konuda yardıma muhtacım. Kardeşim babamı biraz dinlendirmek için akşam sürekli, abi yarın sana banyo yaptıracam, diyordu. O Cuma sabahı bana tekrar : Abi hadi seni vinçle kaldırıp klozete oturtunca banyo yaptırayım, dedi.
Ben, yok boşver yapmayalım, pazar yapalım, dedim. Kardeşim ısrar ediyordu, ben ise zahmet olmasın diye karşı çıkıyordum. Babam odaya girdi. Hadi kardeşin sana banyo yaptırsın, bugün mübarek Cuma günü, yıkanmak sevap; Pazar günü bir daha yaparsınız, dedi. Ama hiçbirimiz inşallah demiyorduk.
Kardeşim beni sandalyeden vinçle kaldırıp klozete oturtunca fark ettik ki daha bir dakika önce akan sular birden kesilmişti. Ben film şeridi gibi geçen konuşmalarımızı düşündüm.
Ve olayın farkına vardım. Biz yapacağımız banyoyu inşallah diyerek Allah’ın iznine bağlamamıştık. Kardeşime dedim ki: Allah, Kuran’da bizden, yarın yapacağım deme, inşallah yarın yapacağım de, diye emredip inşallah dememizi istiyor.
“Hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım" deme. Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni,doğruya daha yakın olana eriştirir."de. “ (Kehf suresi, 23-24.ayetler)
Gel kardeşim hatamızı kabul edelim, af dileyelim, dedim. Nasıl, dedi. Söyleyebildiğimiz kadar “estağfirullah” diyelim, içimizden de affet Rabbim özür dilerim Sen affedicisin diyelim, dedim. İkimizde kafamızı suçlu gibi öne eğip kaç kez dedik hatırlamıyorum.
Beş dakika sonra sular geldi. Elhamdülillah deyip banyomuzu yaptık ve dersimizi aldık.
Anlattığım bu olaya tesadüf diyenler olabilir. Benim yorumum şöyle: Her olay Allah’ın dilemesiyle olur ve sayısız gizli nedenleri (hikmet) olabilir. Ben her zaman olayların hikmetinin bana bakan yönü ne olabilir diye düşünürüm ve dersimi alırım.
Suyun tam o an kesilmesi ve beş dakika içinde geri gelmesinin maddi sebebini düşündüm. Allah bilir belki de o an bir vana sökülüp takılacaktı ve sokağın suyunu kapatıp açtılar. Maddi sebebi ne olursa olsun, olaylara hikmet nazarıyla bakan pek çok ibret bulabilir.
Sanırım evet bu ikisinin ne alakası var, dediniz. Ben Twitter’ı yeni kullanmaya başladım. Twitter’daki olay şudur; siz bir şeyler yazarsınız, sizi takip edenler okurlar. Veya siz takip ettiklerinizin yazdıklarını okursunuz. Ama bir şart var. Yazılar 140 karakteri (harf) geçemiyor.
Yani siz yada tüm yazanlar en fazla 140 karakter kullanarak duygu ve düşüncenizi karşınızdakine aktaracaksınız. Geçenlerde Twitter’dan takip ettiğim bir sanatçı bir haber yazmış. Ben de o sanatçıya cevaben bir yazı yazdım. Tweet’e tıklayınca (gönder) Twitter ekranının üstünde bir mesaj belirdi:
“Your Tweet was over 140 characters. You'll have to be more clever.”
Yani türkçesi “ Yazınız 140 karakterden uzundur. Daha zekice yazarak sığdırmanız gerekir.”
Bu mesaj bana Efendimiz’in SAV Hadis-i Şeriflerini hatırlattı. O kısacık hadis cümleleri ne kadar zekice söylenmiştir. Her kısa hadis, bir kitaplık anlamlar taşır. Peygamber Efendimiz SAV bazen iki üç kelimeyle bile dini anlatmıştır anlayana... 1400 yıl önce böyle zekice sözler O’nun SAV Allah’ın peygamberi oluşunun bir delili değil midir?
“Kim 40 Hadis ezberlerse ve ezberlediğiyle amel ederse cennete girer” (Buhari)
BU HADİS-İ ŞERİFE UYUYORUZ VE 40 HADİS PAYLAŞIYORUZ.
1-Âfetü’l ilmi en nisyanü: İlmin afeti unutmaktır.
2-Ettuhuru şatru’l iman: Temizlik imanın yarısıdır.
3-A’kilhâ ve tevekkel: (Deveyi) bağla ve tevekkül et.
4-Sûmû tesihhû: Oruç tutun, sıhhat bulun.
5-Es-salâtü imâdü’d dini: Namaz dinin direğidir.
6-Talebü’l helali cihadün: Helal peşinde koşmak cihaddır.
7-El-kelimü’t tayyibetü sadakatün: Güzel söz sadakadır.
8-El cennetü tahte zılâli’s süyuf: Cennet kılıçların gölgesi altındadır.
9-El mecalisü bi’l emaneti: Meclislerdeki sözler emanettir.
10-Ed-dellü alel hayri kefailihayr: Hayıra vesile olan yapan gibidir.
11-El cennetü dâr-ül eshıya: Cennet cömertler yurdudur.
12-Es- savmü nısf’us sabr: Oruç sabrın yarısıdır.
13-Es sabru nısf’ul iman: Sabır imanın yarısıdır.
14-Et tebessümü sadakatun: Tebessüm etmek sadakadır.
15-Es sabru miftahul ferec: Sabır, başarının anahtarıdır.
16-Es sabru ınde sadmetül ula: Sabır, musibetin ilk anındakidir.
17-Efdalü’l ibadeti edvamuha: İbadetin efdali devamlı olanıdır.
18-El Kur’anü hüved deva: Kur’an, sırf devadır.
19-Men samete reca: Dilini tutan kurtuldu.
20-Re’sü’l hikmeti mehafetullah: Hikmetin başı Allah korkudur.
21-El idetü atiyyetün: Vaad edilen verilmelidir.
22-Ed duaü silahu’l mümin: Dua müminin silahıdır.
23-İsmah yusmah leke: Müsamaha et ki sende göresin.
24-Es salatü nur’ul mümin: Namaz müminin nurudur.
25-En nedametü tevbetün: Pişmanlık tövbedir.
26-El mescidü beytü külli takiyyin: Mescid, takva sahiplerinin evidir.
27-Ed dinü en nasiha: Din nasihattir.
28-Ed duaü hüvel ibadetü: Dua ibadettir.
29-El cümuatü haccü’l mesakin: Cuma fakirlerin haccıdır.
30-Hüsnü’s suali nısfu’l ilim: Güzel soru, ilmin yarısıdır.
31-Es selamü kable’l kelam: Önce selam, sonra kelam.
32-İzâ gadibte fe’skut: Öfkelendiğinde sus.
33-Kesretü’d dahiki tumitül kalb: Çok gülmek kalbi öldürür.
34-Es savmu cünnetün: Oruç kalkandır.
35-Es subhatü temneu’r rızk: Sabah uykusu, rızka engeldir.
36-El hamrü ummü’l habais: İçki, kötülüklerin anasıdır.
37-Zina’l uyûni en nazaru: gözlerin zinası bakmaktır.
38-El kanâatü mâlün la yenfedü: Kanaat bitmez bir sermayedir.
39-El hayaü minel iman: Hayâ(utanma duygusu) imandandır.
40-El mer’ü ala dini halilihi: Kişi, arkadaşının dini üzeredir. https://twitter.com/celal1973
Yani siz yada tüm yazanlar en fazla 140 karakter kullanarak duygu ve düşüncenizi karşınızdakine aktaracaksınız. Geçenlerde Twitter’dan takip ettiğim bir sanatçı bir haber yazmış. Ben de o sanatçıya cevaben bir yazı yazdım. Tweet’e tıklayınca (gönder) Twitter ekranının üstünde bir mesaj belirdi:
“Your Tweet was over 140 characters. You'll have to be more clever.”
Yani türkçesi “ Yazınız 140 karakterden uzundur. Daha zekice yazarak sığdırmanız gerekir.”
Bu mesaj bana Efendimiz’in SAV Hadis-i Şeriflerini hatırlattı. O kısacık hadis cümleleri ne kadar zekice söylenmiştir. Her kısa hadis, bir kitaplık anlamlar taşır. Peygamber Efendimiz SAV bazen iki üç kelimeyle bile dini anlatmıştır anlayana... 1400 yıl önce böyle zekice sözler O’nun SAV Allah’ın peygamberi oluşunun bir delili değil midir?
“Kim 40 Hadis ezberlerse ve ezberlediğiyle amel ederse cennete girer” (Buhari)
BU HADİS-İ ŞERİFE UYUYORUZ VE 40 HADİS PAYLAŞIYORUZ.
1-Âfetü’l ilmi en nisyanü: İlmin afeti unutmaktır.
2-Ettuhuru şatru’l iman: Temizlik imanın yarısıdır.
3-A’kilhâ ve tevekkel: (Deveyi) bağla ve tevekkül et.
4-Sûmû tesihhû: Oruç tutun, sıhhat bulun.
5-Es-salâtü imâdü’d dini: Namaz dinin direğidir.
6-Talebü’l helali cihadün: Helal peşinde koşmak cihaddır.
7-El-kelimü’t tayyibetü sadakatün: Güzel söz sadakadır.
8-El cennetü tahte zılâli’s süyuf: Cennet kılıçların gölgesi altındadır.
9-El mecalisü bi’l emaneti: Meclislerdeki sözler emanettir.
10-Ed-dellü alel hayri kefailihayr: Hayıra vesile olan yapan gibidir.
11-El cennetü dâr-ül eshıya: Cennet cömertler yurdudur.
12-Es- savmü nısf’us sabr: Oruç sabrın yarısıdır.
13-Es sabru nısf’ul iman: Sabır imanın yarısıdır.
14-Et tebessümü sadakatun: Tebessüm etmek sadakadır.
15-Es sabru miftahul ferec: Sabır, başarının anahtarıdır.
16-Es sabru ınde sadmetül ula: Sabır, musibetin ilk anındakidir.
17-Efdalü’l ibadeti edvamuha: İbadetin efdali devamlı olanıdır.
18-El Kur’anü hüved deva: Kur’an, sırf devadır.
19-Men samete reca: Dilini tutan kurtuldu.
20-Re’sü’l hikmeti mehafetullah: Hikmetin başı Allah korkudur.
21-El idetü atiyyetün: Vaad edilen verilmelidir.
22-Ed duaü silahu’l mümin: Dua müminin silahıdır.
23-İsmah yusmah leke: Müsamaha et ki sende göresin.
24-Es salatü nur’ul mümin: Namaz müminin nurudur.
25-En nedametü tevbetün: Pişmanlık tövbedir.
26-El mescidü beytü külli takiyyin: Mescid, takva sahiplerinin evidir.
27-Ed dinü en nasiha: Din nasihattir.
28-Ed duaü hüvel ibadetü: Dua ibadettir.
29-El cümuatü haccü’l mesakin: Cuma fakirlerin haccıdır.
30-Hüsnü’s suali nısfu’l ilim: Güzel soru, ilmin yarısıdır.
31-Es selamü kable’l kelam: Önce selam, sonra kelam.
32-İzâ gadibte fe’skut: Öfkelendiğinde sus.
33-Kesretü’d dahiki tumitül kalb: Çok gülmek kalbi öldürür.
34-Es savmu cünnetün: Oruç kalkandır.
35-Es subhatü temneu’r rızk: Sabah uykusu, rızka engeldir.
36-El hamrü ummü’l habais: İçki, kötülüklerin anasıdır.
37-Zina’l uyûni en nazaru: gözlerin zinası bakmaktır.
38-El kanâatü mâlün la yenfedü: Kanaat bitmez bir sermayedir.
39-El hayaü minel iman: Hayâ(utanma duygusu) imandandır.
40-El mer’ü ala dini halilihi: Kişi, arkadaşının dini üzeredir. https://twitter.com/celal1973
Mutlu yuvaların kurulması için ana babaların adaylarda öncelikle bakması gereken şeyler neler olmalıdır? Bu konuyu yazmak nerden aklına geldi derseniz;
Bazı ana babalar illa damadım/gelinim bizim memleketten veya bizim siyasi partiden olsun diyerek siparişle oğullarına/kızlarına eş seçiyorlar.
Peki o zaman nasıl eş/damat/gelin seçmeli? Efendim ben engelli bir emekliyim. Haddim olmayarak bu konuda dinlediğim sohbet ve okuduğum yazılardan bir derleme yapacağım. İnşallah bu yazıyı okuyanlara yardımcı olabilirim.
Rasül-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Ahlâk ve dinini beğendiğiniz birisi kızınızı istemeye geldiğinde ona red cevabı vermeyiniz. Aksi takdirde yeryüzünde fesat ve büyük bozgunculuk olur.”
Müslüman bir kızın seçeceği eşinde araması gereken ilk değerler iman, takva ve ahlâk esasına göre olmalıdır.
Rasül-i Ekrem (s.a.v)'in
"Kim bir kadınla sırf güzelliği için evlenirse, sevdiği şeyi onda göremez. Yine kim bir kadınla sırf onun malı için evlenirse, Allah onu malıyla yalnız başına bırakır. Öyleyse sizler dindarlarla evleniniz."
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
"Kadın dört şey için nikâh edilir: Malı, aile şerefi, güzelliği ve dindarlığı için. Ey eli toprak olası insanoğlu, sen dindar ve AHLAKI GÜZEL olanını tercih et!"
Burada, kadın bakımından "dindarlık ve ahlâk güzelliği" ne dikkatin çekilmesi, diğer vasıfların aranmayacağı anlamına gelmez.
Ancak mü'minlerin evliliklerinde ilk aranılacak vasfın bu olduğunu ifade eder.
Bir insan namaz kılıyor olabilir, ama aynı zamanda yalancı veya kibirli de olabilir. Veya sizin siyasi partinizden olabilir fakat rüşvetci, cimri, tembel, ahlaksız da olabilir.
Benim çocuğum yok ama kız yeğenlerim var. Allah ömür verirse, o günleri görürsem adayda “Efendimizin SAV vurguladığı ahlak güzelliği” ni gösteren özelliklerden şunları arardım:
Allah inancı ve korkusu var mı?
Allah korkusu olan biri zulüm yapamaz, günah işlemez. Kimse görmese de Allah görüyor der, izinsiz bir ağaçtan elma bile koparmaz.
Allah’ı, Efendimizi SAV , sahabeleri seviyor mu? Allah dostlarına muhabbeti var mı?
Kalbi Allah’a, peygambere SAV bağlı, Hz Ebubekir’den Hz Ali’ye ayırmadan tüm sahabeyi seven, Mevlana, Yunus Emre ve günümüzün islama hizmet eden tüm Allah dostlarına muhabbeti olan kişi gerçek hidayete ermiş imanlı bir müslümandır.
Vatanını, milletini seviyor mu?
Vatanını seven kişi vergisini veren, hainlere kin duyan, milletinin yücelmesi için çalışan kişidir.
Namaz kılıyor mu?
“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut suresi, 45. ayet)
Çalıştığı işte istikrarlı ve vefalı mı?
Çalıştığı işte uzmanlaştıktan sonra daha cazip bir teklif geldiğinde iş değiştirebilir. Bu anlaşılabilir. Fakat tam işyeri ona muhtaçken iş değiştiren vefasızdır. Vefa sevgide devamlılık demektir.
Çalışkan ve dürüst mü?
Çalışkan, boş vaktini kahvehane gibi yerler yerine daha güzel şeylerle değerlendirendir. Dürüst ise, içi başka dışı başka olan değil, güvenilen kişidir.
Yalan söylüyor mu?
Müslüman kişi ile yalan asla bir arada durmaz. Yalancılardan uzak durmak gerek.
Sinirlerine hakim olabiliyor mu?
Sinirlerine hakim olmak yiğit kişilerde olur. Bunun için ise nefsimiz oruçla terbiye edilir.
Cömert mi, cimri mi?
Cömertlik malı saçmak demek değildir. İhtiyacımızın dışında biriken paramızdan uygun yerlere korkmadan verebilmektir. Bir talebe okutmaktır. Cömertlik cennete , cimrilik cehenneme götürür.
İçki, sigara kullanıyor mu?
İçki haramdır. İçki kötülüklerin anasıdır. Sigara vücuda zarar verdiği için haramdır.
Aile sorumluluğunu alabilecek olgunlukta mı?
Bazı insanlar evliliği oyun gibi sanır, çocuk gibi küser. Evlenmek neslin devamı için şarttır.
Merhametli mi?, Büyüklere saygısı, küçüklere sevgisi var mı?
Hadis-i şerifte, (Sizin en iyiniz, ahlakı en güzel olandır) buyuruldu. Katı yürekli insanlar yolda yardıma muhtaç bir engelli görseler görmemezlikten gelirler. Ana baba saygısı olmayanlardan uzak durun.
Bunlar gibi özellikler nasıl anlaşılır? Çeşitli yollar vardır. En önemlisi adaydaki bu vasıfları evlenecek kişi test edebilir. Bilgisayar ve internet çağındayız. Adaylar facebook, twitter gibi sosyal ortamlarda neler paylaşmış araştırılırsa geçmişi görülebilir.
Adaylar birbirleriyle konuşmalarından da -eğer kör hissiyatla değil mantıksal düşünürlerse- değerlendirebilirler.
ALLAH hepimize kara kaşlı, kara gözlü eş/damat/gelin değil, iman dolu kalpli eş/damat/gelin versin ! Amin.
Bazı ana babalar illa damadım/gelinim bizim memleketten veya bizim siyasi partiden olsun diyerek siparişle oğullarına/kızlarına eş seçiyorlar.
Peki o zaman nasıl eş/damat/gelin seçmeli? Efendim ben engelli bir emekliyim. Haddim olmayarak bu konuda dinlediğim sohbet ve okuduğum yazılardan bir derleme yapacağım. İnşallah bu yazıyı okuyanlara yardımcı olabilirim.
Rasül-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Ahlâk ve dinini beğendiğiniz birisi kızınızı istemeye geldiğinde ona red cevabı vermeyiniz. Aksi takdirde yeryüzünde fesat ve büyük bozgunculuk olur.”
Müslüman bir kızın seçeceği eşinde araması gereken ilk değerler iman, takva ve ahlâk esasına göre olmalıdır.
Rasül-i Ekrem (s.a.v)'in
"Kim bir kadınla sırf güzelliği için evlenirse, sevdiği şeyi onda göremez. Yine kim bir kadınla sırf onun malı için evlenirse, Allah onu malıyla yalnız başına bırakır. Öyleyse sizler dindarlarla evleniniz."
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
"Kadın dört şey için nikâh edilir: Malı, aile şerefi, güzelliği ve dindarlığı için. Ey eli toprak olası insanoğlu, sen dindar ve AHLAKI GÜZEL olanını tercih et!"
Burada, kadın bakımından "dindarlık ve ahlâk güzelliği" ne dikkatin çekilmesi, diğer vasıfların aranmayacağı anlamına gelmez.
Ancak mü'minlerin evliliklerinde ilk aranılacak vasfın bu olduğunu ifade eder.
Bir insan namaz kılıyor olabilir, ama aynı zamanda yalancı veya kibirli de olabilir. Veya sizin siyasi partinizden olabilir fakat rüşvetci, cimri, tembel, ahlaksız da olabilir.
Benim çocuğum yok ama kız yeğenlerim var. Allah ömür verirse, o günleri görürsem adayda “Efendimizin SAV vurguladığı ahlak güzelliği” ni gösteren özelliklerden şunları arardım:
Allah inancı ve korkusu var mı?
Allah korkusu olan biri zulüm yapamaz, günah işlemez. Kimse görmese de Allah görüyor der, izinsiz bir ağaçtan elma bile koparmaz.
Allah’ı, Efendimizi SAV , sahabeleri seviyor mu? Allah dostlarına muhabbeti var mı?
Kalbi Allah’a, peygambere SAV bağlı, Hz Ebubekir’den Hz Ali’ye ayırmadan tüm sahabeyi seven, Mevlana, Yunus Emre ve günümüzün islama hizmet eden tüm Allah dostlarına muhabbeti olan kişi gerçek hidayete ermiş imanlı bir müslümandır.
Vatanını, milletini seviyor mu?
Vatanını seven kişi vergisini veren, hainlere kin duyan, milletinin yücelmesi için çalışan kişidir.
Namaz kılıyor mu?
“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut suresi, 45. ayet)
Çalıştığı işte istikrarlı ve vefalı mı?
Çalıştığı işte uzmanlaştıktan sonra daha cazip bir teklif geldiğinde iş değiştirebilir. Bu anlaşılabilir. Fakat tam işyeri ona muhtaçken iş değiştiren vefasızdır. Vefa sevgide devamlılık demektir.
Çalışkan ve dürüst mü?
Çalışkan, boş vaktini kahvehane gibi yerler yerine daha güzel şeylerle değerlendirendir. Dürüst ise, içi başka dışı başka olan değil, güvenilen kişidir.
Yalan söylüyor mu?
Müslüman kişi ile yalan asla bir arada durmaz. Yalancılardan uzak durmak gerek.
Sinirlerine hakim olabiliyor mu?
Sinirlerine hakim olmak yiğit kişilerde olur. Bunun için ise nefsimiz oruçla terbiye edilir.
Cömert mi, cimri mi?
Cömertlik malı saçmak demek değildir. İhtiyacımızın dışında biriken paramızdan uygun yerlere korkmadan verebilmektir. Bir talebe okutmaktır. Cömertlik cennete , cimrilik cehenneme götürür.
İçki, sigara kullanıyor mu?
İçki haramdır. İçki kötülüklerin anasıdır. Sigara vücuda zarar verdiği için haramdır.
Aile sorumluluğunu alabilecek olgunlukta mı?
Bazı insanlar evliliği oyun gibi sanır, çocuk gibi küser. Evlenmek neslin devamı için şarttır.
Merhametli mi?, Büyüklere saygısı, küçüklere sevgisi var mı?
Hadis-i şerifte, (Sizin en iyiniz, ahlakı en güzel olandır) buyuruldu. Katı yürekli insanlar yolda yardıma muhtaç bir engelli görseler görmemezlikten gelirler. Ana baba saygısı olmayanlardan uzak durun.
Bunlar gibi özellikler nasıl anlaşılır? Çeşitli yollar vardır. En önemlisi adaydaki bu vasıfları evlenecek kişi test edebilir. Bilgisayar ve internet çağındayız. Adaylar facebook, twitter gibi sosyal ortamlarda neler paylaşmış araştırılırsa geçmişi görülebilir.
Adaylar birbirleriyle konuşmalarından da -eğer kör hissiyatla değil mantıksal düşünürlerse- değerlendirebilirler.
ALLAH hepimize kara kaşlı, kara gözlü eş/damat/gelin değil, iman dolu kalpli eş/damat/gelin versin ! Amin.
Küçüklüğümüzden beri duyduğumuz bir söz var: “Oku, doktor, mühendis ol, kendini kurtar”
Sahiden doktor olmak asıl gaye mi olmalı? Efendim İslam büyüklerinin sohbetlerinden, okuduğum kitaplardan süzülen bilgilerimi kısaca paylaşacağım. Bende bilgi yok. Yazıları beğeniyorsanız bu Allah’ın bana lütfettiği bir ikramıdır hamdolsun.
Tasavvufta Dervişin gayesi şu olmuştur; “İlahi ente Maksudi ve rızake Matlubi”
Ya Rab benim gaye ve isteğim senin rızandır ; yaptığım ibadet ve taatimin gayesi ne cennet arzusu ne de cehennem korkusudur, diye, Allah’a teslim olmuştur.
Bizim de hayatımızın en büyük ve asıl gayesi Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Yani Allah’ın sevgisini kazanmak... Eğer Allah bizi severse cennetine koyar zaten ve cehennemden korur. Neden bize bir iyilik edene “Allah senden razı olsun” diyoruz ; çünkü asıl amacın bu olduğunu atalarımız dilimize pelesenk etmişler. Çoğu zaman dil alışkanlığıyla söylüyoruz.
Yani hayatımızın asıl gayesi Allah’ın rızasını kazanmaktır. Hayatımızdaki diğer tüm gayeler, asıl gayemize ulaşmakta basamak olmalıdır.
Allah nasip eder ilerde çocuğum olursa ona şunu öğreteceğim:
“Evladım, Allah bu dünyayı bizi imtihan etmek için yaratmış, bizi hayırla da şerle de imtihan etmektedir. Yaşamımızın en büyük gayesi Allah’ın sevgisini kazanmaktır. Hayatımızdaki diğer bütün amaçlar, asıl bu gayeye ulaşmak içindir.
Sen şimdi SBS ye, ilerde de üniversite sınavlarına gireceksin. Daha sonra iyi bir işin, eşin, çocukların olacak inşallah. Ama tüm bunlara ulaşmakla asıl gayemize ulaştık diyemeyiz. Bak bir örnekle açıklayayım daha iyi anlarsın evladım:
SBS imtihanına niçin gireceksin?
Fen lisesini kazanmak için.
Bir üst amacın nedir?
Fen lisesinde okuyup üniversite sınavında Tıp fakültesini kazanabilmek için.
Daha bir üst amacın nedir?
Doktor olarak çok para kazanmak, güzel bir kızla evlenmek, güzel bir ev, araba…
Yanlış çocuğum. Daha üst amacın şu olmalı. Doktor olarak Allah’ın insanlara şifa vermesinde bir sebep olacak ve neticede Allah’ın sevgisini kazanacaksın inşallah.
Zaten Allah’ın sevgisini kazanırsan, Allah sana dünyalık ev, araba… nasip eder.
Eğer sen yaptığın güzel işlerle ve samimi ibadetlerinle Allah’ın sevgisini kazanabilirsen, O sana gönlünün aşık olacağı güzel bir eş hediye eder emin ol.
Asıl gayeni hiçbir zaman unutma. Yani hayatının zirve gayesi Allah’ın rızası olmalıdır.
Benim yazdığım tüm bu yazılar, dualar, sohbetlerimin amacı siz sevdiğim dostlarımı bir an da olsa dünya meşgalelerinden uzaklaştırıp düşündürmek içindir. Ki inşallah düşününce belki hayatınızda yeni kararlar alırsınız, sadaka gibi, namaz gibi, günahı terk gibi…
Neden mi bunu istiyorum? Sizleri çok sevdiğim için. Allah’ın cenneti geniştir. Bu yazıları önce kendi nefsime yazıyorum. İnşallah hepberaber Allah’ın sevgisini kazananlardan oluruz...
***
Bazı insanlar vardır. Evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı hürriyetlerini kısıtlama olarak görürler. O yüzden de evlenmezler. Canları isteyince İstanbul’a, Antalya’ya gider gezerler. Üstelik bu insanların içinde dindarlar da vardır.
Efendimiz SAV “Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime temessük ederse (yapışırsa), ona yüz şehid sevabı vardır.” Evlenmek sünnettir. Bu ahir zamanda bu sünneti uygulamak bizim için çok önemlidir.
Zina gibi müthiş bir günahtan korunmuş oluruz. Hayatımız düzene girer. Biz ölünce arkamızdan dua edecek ve kabrimize sevap gönderecek hayırlı evlatlar bırakabiliriz.
Ve ana gayemiz “Allah’ın rızası”na bu sünneti uygulamakla daha da yaklaşabiliriz.
Ben emekli bir engelliyim. Allah bir sebeple bana şifa verse hemen evlenirim. Yani o yüz şehit sevabına talip olurum. Evlenmek demek Allah rızası istikametinde hayatı paylaşmaktır. Ama hem eşimin, hem benim hürriyetini kısıtlamak şöyle dursun, helal dairesinde her şey serbesttir.
En Büyük Hürriyet ; İslâm'a Esir Olmaktır.. [Necip Fazıl Kısakürek]
Eşimle dokuz ay hayırlı işlerle , Bir ay da ramazanda oruç, teravih gibi ibadetle meşgul oluruz. Kalan iki ayımızı ise yazın aile, akraba ziyareti ve gezilerle geçiririz.
Ben emekliyim evet ama iyileşsem yine çalışırım. Emekli maaşı yeter ama inşallah bir esnaf dükkanı açarım. Rabbimin nasip edeceği kazançla hayırlar yapar, yazınki gezileri finanse ederim.
Evlenmeyen o hür! insanlar eminim sıkılıyorlardır. Çünkü bir şey sürekli devam etse kıymeti kalmaz. Hergün baklava yiyen baklavadan usanır. Hayatımız gezmekle geçse bir süre sonra bıkarız.
Mesela Allah bana şifa verirse, yazın o iki ayı inşallah çok güzel değerlendiririm. Bir dağ oteline gidip, o muhteşem Karadeniz yaylalarını seyrederek tefekkür ederdim. Eşimle Eyüp Sultan’da dua eder, Sultan Ahmet’te namaz kılar, boğazda balık-ekmek yerdik.
Eşimle Çanakkale şehitliğini, Edirne Selimiye camisini, Urfa Balıklıgöl’ü, Kapadokya’yı, Konya Mevlana’yı, Adana’daki, Manisa’daki arkadaşlarımı ziyaret etmeyi çok isterim.
Allah hayatımızın asıl gayesini hiçbir zaman unutturmasın. Nefse, şeytana uydurmasın.
Allah hayatımızı rızası dairesinde yaşayıp cennet ve cemalullah ile şereflenen salih kullarından eylesin, Efendimize SAV komşu eylesin. Amin
Sahiden doktor olmak asıl gaye mi olmalı? Efendim İslam büyüklerinin sohbetlerinden, okuduğum kitaplardan süzülen bilgilerimi kısaca paylaşacağım. Bende bilgi yok. Yazıları beğeniyorsanız bu Allah’ın bana lütfettiği bir ikramıdır hamdolsun.
Tasavvufta Dervişin gayesi şu olmuştur; “İlahi ente Maksudi ve rızake Matlubi”
Ya Rab benim gaye ve isteğim senin rızandır ; yaptığım ibadet ve taatimin gayesi ne cennet arzusu ne de cehennem korkusudur, diye, Allah’a teslim olmuştur.
Bizim de hayatımızın en büyük ve asıl gayesi Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Yani Allah’ın sevgisini kazanmak... Eğer Allah bizi severse cennetine koyar zaten ve cehennemden korur. Neden bize bir iyilik edene “Allah senden razı olsun” diyoruz ; çünkü asıl amacın bu olduğunu atalarımız dilimize pelesenk etmişler. Çoğu zaman dil alışkanlığıyla söylüyoruz.
Yani hayatımızın asıl gayesi Allah’ın rızasını kazanmaktır. Hayatımızdaki diğer tüm gayeler, asıl gayemize ulaşmakta basamak olmalıdır.
Allah nasip eder ilerde çocuğum olursa ona şunu öğreteceğim:
“Evladım, Allah bu dünyayı bizi imtihan etmek için yaratmış, bizi hayırla da şerle de imtihan etmektedir. Yaşamımızın en büyük gayesi Allah’ın sevgisini kazanmaktır. Hayatımızdaki diğer bütün amaçlar, asıl bu gayeye ulaşmak içindir.
Sen şimdi SBS ye, ilerde de üniversite sınavlarına gireceksin. Daha sonra iyi bir işin, eşin, çocukların olacak inşallah. Ama tüm bunlara ulaşmakla asıl gayemize ulaştık diyemeyiz. Bak bir örnekle açıklayayım daha iyi anlarsın evladım:
SBS imtihanına niçin gireceksin?
Fen lisesini kazanmak için.
Bir üst amacın nedir?
Fen lisesinde okuyup üniversite sınavında Tıp fakültesini kazanabilmek için.
Daha bir üst amacın nedir?
Doktor olarak çok para kazanmak, güzel bir kızla evlenmek, güzel bir ev, araba…
Yanlış çocuğum. Daha üst amacın şu olmalı. Doktor olarak Allah’ın insanlara şifa vermesinde bir sebep olacak ve neticede Allah’ın sevgisini kazanacaksın inşallah.
Zaten Allah’ın sevgisini kazanırsan, Allah sana dünyalık ev, araba… nasip eder.
Eğer sen yaptığın güzel işlerle ve samimi ibadetlerinle Allah’ın sevgisini kazanabilirsen, O sana gönlünün aşık olacağı güzel bir eş hediye eder emin ol.
Asıl gayeni hiçbir zaman unutma. Yani hayatının zirve gayesi Allah’ın rızası olmalıdır.
Benim yazdığım tüm bu yazılar, dualar, sohbetlerimin amacı siz sevdiğim dostlarımı bir an da olsa dünya meşgalelerinden uzaklaştırıp düşündürmek içindir. Ki inşallah düşününce belki hayatınızda yeni kararlar alırsınız, sadaka gibi, namaz gibi, günahı terk gibi…
Neden mi bunu istiyorum? Sizleri çok sevdiğim için. Allah’ın cenneti geniştir. Bu yazıları önce kendi nefsime yazıyorum. İnşallah hepberaber Allah’ın sevgisini kazananlardan oluruz...
***
Bazı insanlar vardır. Evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı hürriyetlerini kısıtlama olarak görürler. O yüzden de evlenmezler. Canları isteyince İstanbul’a, Antalya’ya gider gezerler. Üstelik bu insanların içinde dindarlar da vardır.
Efendimiz SAV “Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime temessük ederse (yapışırsa), ona yüz şehid sevabı vardır.” Evlenmek sünnettir. Bu ahir zamanda bu sünneti uygulamak bizim için çok önemlidir.
Zina gibi müthiş bir günahtan korunmuş oluruz. Hayatımız düzene girer. Biz ölünce arkamızdan dua edecek ve kabrimize sevap gönderecek hayırlı evlatlar bırakabiliriz.
Ve ana gayemiz “Allah’ın rızası”na bu sünneti uygulamakla daha da yaklaşabiliriz.
Ben emekli bir engelliyim. Allah bir sebeple bana şifa verse hemen evlenirim. Yani o yüz şehit sevabına talip olurum. Evlenmek demek Allah rızası istikametinde hayatı paylaşmaktır. Ama hem eşimin, hem benim hürriyetini kısıtlamak şöyle dursun, helal dairesinde her şey serbesttir.
En Büyük Hürriyet ; İslâm'a Esir Olmaktır.. [Necip Fazıl Kısakürek]
Eşimle dokuz ay hayırlı işlerle , Bir ay da ramazanda oruç, teravih gibi ibadetle meşgul oluruz. Kalan iki ayımızı ise yazın aile, akraba ziyareti ve gezilerle geçiririz.
Ben emekliyim evet ama iyileşsem yine çalışırım. Emekli maaşı yeter ama inşallah bir esnaf dükkanı açarım. Rabbimin nasip edeceği kazançla hayırlar yapar, yazınki gezileri finanse ederim.
Evlenmeyen o hür! insanlar eminim sıkılıyorlardır. Çünkü bir şey sürekli devam etse kıymeti kalmaz. Hergün baklava yiyen baklavadan usanır. Hayatımız gezmekle geçse bir süre sonra bıkarız.
Mesela Allah bana şifa verirse, yazın o iki ayı inşallah çok güzel değerlendiririm. Bir dağ oteline gidip, o muhteşem Karadeniz yaylalarını seyrederek tefekkür ederdim. Eşimle Eyüp Sultan’da dua eder, Sultan Ahmet’te namaz kılar, boğazda balık-ekmek yerdik.
Eşimle Çanakkale şehitliğini, Edirne Selimiye camisini, Urfa Balıklıgöl’ü, Kapadokya’yı, Konya Mevlana’yı, Adana’daki, Manisa’daki arkadaşlarımı ziyaret etmeyi çok isterim.
Allah hayatımızın asıl gayesini hiçbir zaman unutturmasın. Nefse, şeytana uydurmasın.
Allah hayatımızı rızası dairesinde yaşayıp cennet ve cemalullah ile şereflenen salih kullarından eylesin, Efendimize SAV komşu eylesin. Amin
Perdenin arasından süzülen güneş ışığı gözlerimi kamaştırmaya başladığında çoktan uyanmış, insanın içini ısıtan, ruhuna mutluluk veren bu anın tadını çıkarıyordum. Uzun ve yorucu geçen kış mevsiminin ardından gelen bahar, tıpkı bir çocuk gibi sevindirmişti tabiatı ve onun üzerinde yaşayan binbir canlıyı…
Odamın kapısının önünden geçen annem, uyanık olduğumu görünce hemen çevik bir hareketle odama daldı, pencereyi açtı ve yavaşça perdeyi araladı. Sanki az evvel içimden geçirdiklerimi bilmişçesine, bu temiz havayı koklamamı ve pozitif enerji almamı istiyordu.
“Günaydın oğlum! Bugün çok neşeli bir hava var. Haydi sen de içine çek bu güzelliği ve kendine gel de kahvaltını getireyim, belki bugün babanla parka gezmeye çıkarsınız.” dedi.
O sırada babam, gözünde kalın okuma gözlüğü, elinde gazetesi ve ayağında, bana evde olduğunu hissettiren ve bundan mutluluk duyduğum o ses yapan terlikleriyle odama girdi.
“Günaydın canım oğlum! Hava bugün çok güzel, hiç itiraz istemem beraber parka gideceğiz.”
Babam bunu söylediğinde aklımdan “Keşke çocuk olsaydım ve babama ‘Hiç itiraz istemiyorum beni parka götüreceksin babacım.’ diye söylemek geçiyordu.
Bunu düşünürken babam beni çoktan kucaklamıştı. Yatağımın üzerinde oturur vaziyete getirmişti bile. Annem elinde tepsinin üzerinde mis gibi kokan bir tost ve çayla odama girdi.
Hastalığımın başlaması ve ilerlemesi üzerinden yıllar geçmişti. Belki sağlığım açısından bir çok şeyi kaybetmiştim ama, güneşin ışıltısından duyduğum mutluluk, mis gibi kokan çiçekler, cıvıldaşan kuş sesleri, ince belli bardakta sıcak bir çay, bir dostla yaptığım tatlı bir sohbet ve beni hayata bağlayan daha nicesi bugün hala yaşama sevincimin umut kaynaklarıydı.
Çay keyfi ve babamın okuduğu gazetedeki güncel olayları anlatma ve yorumlamasından sonra benim için özel olarak tasarladığı banyoya götürdü beni. Ağır ve yapılı oluşum babamı epey zorluyordu. Fakat benim için her şeyi kolaylaştırmaya çalışması beni mutlu ediyor ve her gün ona olan dualarımı güçlendiriyordu.
“Hah şöyle saçlarını da geriye tarayalım bakalım”……… dişlerimi fırçaladık ve banyo faslını bitirmiştik. Annem kız kardeşimin hediye ettiği en sevdiğim mavi-beyaz tişörtü giydirip şapkamı taktığında artık dışarı çıkmaya hazırdım.
Babamla parka gittik. Çay bahçesine oturup zaman kaybetmeden birer çay söyledik. Sohbete henüz başlamıştık ki uzakta yaşlı bir amcanın koluna sarılıp yürümekte zorlanan bir genç dikkatimi çekti. Genci görünce kendi gençliğim aklıma geldi. Benim hastalığımın bir benzeri olabilirdi. Çünkü ben de hastalığın ilk dönemlerinde böyle yürüyordum. Babamdan o amcayı ve genci masamıza davet etmesini rica ettim. Babam da “Elbette ki çok güzel olur.” diyerek gidip davet etti. Babamın nezaketi karşısında bizi kırmayarak “Niçin olmasın.” demişler. Masamıza oturdular ve onlara da çay söyledik.
Önce tanıştık. Gencin ismi Hakan’mış. Yaşlı amca ise gencin babası imiş.
Amcaya ismini sordum, “Musa” dedi. Gülümsedim.
“Benim babamın ismi İsa.” dedim.
“Bir yanımda İsa, bir yanımda Musa ne mutlu bana. J”
Gence hastalığını sordum. “Freidreich Ataksisi” dedi. “Öyle mi? Benimki de aynı hastalık” dedim.
“Hakan kardeşim, hastalığın nasıl ve ne zaman başladı, nerede teşhis kondu, biraz kendini anlatır mısın?” dedim. Sohbete başladık.
“Abi hastalık başladığında galiba on altı yaşındaydım. Yürürken dengem bozuluyordu ve sık sık düşüyordum. Bir araştırma hastanesinde yirmi gün yattım. İncelediler ve sonunda bu hastalığın teşhisini koydular” dedi.
“Peki hastalığının hakkında bilgi verdiler mi?” dedim.
“Abi doktorum çok iyi bir doktordu. Bir psikolog doktorla beraber, bana bu hastalığın henüz tedavisi olmadığını ve sürekli ilerleyeceğini anlattı. Çok üzüldüm, bir süre rehabilitasyon(iyileştirme) aldım. Doktorum bu durumda çalışabilmemin zor olduğunu söyledi. Engelli raporu çıkartarak taburcu etti.
“Bizim hastalıkta evet çalışmak çok zordur. Çünkü bilirsin tuvalet, yemek, giyinmek, banyo, sandalyeye binmek gibi her konuda yardıma muhtacız. Fakat Allah’ın bizim için yaptığı kader planını bilmiyoruz. Şu an kaç yaşındasın Hakancığım, bir mesleğin var mı? dedim.
“Abi hastalığın ilk zamanlarında lisede ikinci sınıfta okuyordum. Okulda zorlansam da canım arkadaşlarımın yardımlarıyla liseyi bitirebildim. Abi şu an yirmi bir yaşındayım, meslek lisesi bilgisayar bölümü mezunuyum” dedi.
“Ah ne kadar güzel kardeşim” dedim.
“Abi şu an çalışabilirim ama hastalık ilerleyince nasıl çalışırım bilmem” dedi.
Sohbete dalmış, çayları unutmuştuk.
“Çayın soğuyor, çayını iç.” dedim. O çayını içerken ben de onu rahatlatabilecek bazı düşüncelerimi onunla paylaşmaya düşündüm.. Rahatlatacak dedim çünkü ben de aynı sıkıntıları yaşadım, aynı psikoloji içerisindeydim. Bu bakış açısı beni çok rahatlatmış, hayata farklı baktırmış ve bulunduğum durumu kabullenip memnun olmamı ve şükretmemi netice vermişti. Hemen söze başladım.
“Hakan kardeşim, Allah bizi bu dünyaya bir plan dahilinde göndermiştir. Allah her gün, bir karıncanın bile rızkını verirken, yarattığı en üstün varlık olan biz insanı unutur mu? Yeter ki biz, Allah’a hakkıyla tevekkül edelim. Mesela ben kendimi bildim bileli, hiç geleceği düşünüp uzun plan yapmadım. Bak ben tekerlekli sandalyedeyim, görüyorsunuz ama, Allah bana neleri nasip etti biliyor musunuz, vaktiniz varsa anlatayım” dedim.
“Evet abi meraklandım anlatır mısın?” dedi.
Musa Amca ve Hakan, pür dikkat bana döndüler. Gözlerim bir an ufka daldı. Konuşmaya başladım:
“Kasım 1993’teydi. Hastaneye yatalı yirmi gün olmuştu. Yapmadıkları tahlil, test kalmamıştı. Defalarca kan aldılar. Ekg, Emg, tomografi.. her şeyi yaptılar. Hatta iki defa MR (emar) çekildi. O sıralarda elimi arada duvardan destek alarak senin şimdiki halin gibi yürüyebiliyordum.
“Bir sabah uyandım. Doktorlar dokuz gibi vizite gelirlerdi. Yine duvardan destekle yürüyerek hastane balkonuna çıktım. Üniversitede yurtta alıştığım illeti yaktım. Oturduğum balkondan hastane bahçesindeki koşuşturan insanları seyrederken gözüm daldı. Dumanı üflerken anılar film şeridi gibi geçti. Daha dört ay önce üniversiteyi bitirmiştim. Tüm çocukluğum ve delikanlılığım boyunca hep alay edilirdim: “Sen sarhoş musun? , Niye düz yürümüyorsun? Yamuk! İçtin mi sen? , Sallanmasana! Dik dursana bi ya! Dengesiz! vs. … Yürürken balkonlardaki insanların bakışlarından çok utanırdım ama, daha bunun bir hastalık olduğunu bile bilmiyordum. Sanki böyle yürümeyi ben istiyordum?
Hakan “Aynı beni anlatıyorsun be abi” dedi.
Gülümsedim ve anlatmaya devam ettim.
“Kendimi bildim bileli, geceleri dökmeden çay taşımanın ve dümdüz yürümenin hayalini kurardım. Belki bir ilaçla veya iğneyle düzelebilme ihtimali vardır, belki çok basit bir tedavisi vardır diye düşünürdüm. Ama kimseye derdimi söyleyemedim. İnsanların nasıl düz yürüyebildiklerini çok merak ederdim. Hani doğuştan görme özürlü birisi, görmenin nasıl ve ne demek olduğunu anlayamazmış ya benimki de aynen öyle. İşte şimdi beni hastanede inceliyorlardı. Ümitle sonucu bekliyordum. Belki de iyileşecektim…” Saat dokuza geliyordu. Tekrar odaya geçtim.
“Doktorlar geldi. Bizimle ilgilenen doktorlar, klinik şefine biz hastaların durumu hakkında bilgi verdiler. Her günkü sabah kontrolü bitmişti. Ben odadaki diğer hastalarla sohbete başladım. Konu müzikten açıldı. Ben o zamanlar Orhan Gencebay hayranıydım.
“Yanımdaki hasta ‘Ben Samsun’da yol üstü lokanta işletiyorum. Orhan bey, bana Samsun’a her gelişinde uğrar.’ dediğinde çok sevindim. O hastaya:
“Abi keşke ben de tanışabilsem” dedim.
“Kahkahalarla böyle sohbet devam ederken, benimle ilgilenen bayan doktor odaya girince sustuk.
“Yanıma geldi, içimi bir garip heyecan kapladı.
‘Celal, senin hastalığının ismi Friedreich Ataksisi’ dediğinde sözünü kestim.
‘Nasıl doktor hanım, ney pardon anlayamadım’, dedim.
Daha hastalığın adını bile telaffuz edemiyordum.
“Bu hastalık dengesiz yürümeyle başlar, sürekli ilerler ve tekerlekli sandalyeyle devam eder. Sonunda yatalak duruma gelir” dedi.
Nefes almadan dinliyordum ve göz pınarlarım dolmaya başlamıştı. Henüz on dokuz yaşında bir gençtim. Hayatın baharındaydım.
Yıllarca hayalini kurduğum düz yürüyebilmek gerçekten hayale dönüşüyordu. Sonra devam etti:
“Celal, sen şimdi hastalığının henüz başlangıç dönemindesin. Bu hastalığın sebebi bilinmiyor ve maalesef tıbben tedavisi yok.”
Dişlerimi sıkıyor ve ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
“Bugünler senin iyi günlerin. Sen asla çalışamazsın. Yakında tekerlekli sandalyeye düşeceksin ve ilerde yaşarsan yatalak olabilirsin. Özetle durumun böyle.” dediğinde daha fazla kendimi tutamadım ve çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladım.
Doktor Hanım odadan çıktı. Oda arkadaşları teselli veriyorlardı, ama duymuyordum. Yatağa uzandım. Battaniyeyi üstüme örttüm ve ağlamaya başladım.
Musa Amca, “Vay vicdansız doktor. Celalim, Hakanım da çok ağladı” dedi. Devam ettim.
“Babam, kendimi idare ettiğim için refakatçi olarak kalmıyordu.
Saat on iki gibi gelince bakmış ki üstüm örtülü. Uyuyorum sanmış. Odadaki diğer hastalar babama uyumuyor, ağlıyor deyince üstümdeki battaniyeyi kaldırdı.
Babamı görünce tekrar ağlamaya başladım. Gözlerim ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Durumu anlattığımda hemen doktorla görüşmeye gitti.
“Gencecik çocuğa birden böyle söylenir mi?” diye münakaşa etmiş.
Doktor Hanımın babama cevabı şu olmuş:
“Ama hastanın kendi durumunu öğrenmeye hakkı var.”
Babam o zaman alıştırarak söyleseydiniz ya diye doktora epey bağırmış.
Sonunda doktor Hanım odama gelerek bana:
- Celal senin hastalığının henüz tedavisi yok ama, bak tıp çok hızlı ilerliyor. Yakında bu hastalığa da bir çare, bir ilaç bulunabilir. Her zaman umutlu ol, dedi.
Kısmen biraz da olsa rahatlamıştım.
“Doktor Hanım taburcu olurken babama:
- Bu çocuk hiç bir iş yapamaz, ilerde yatalak olur, götür evine yatsın, demiş.
Babam ‘Oğlum üniversite bitirdi’ dediyse de Doktor Hanım ‘Çalışamaz kardeşim!, demiş.
Hastaneden çıkarken babama bakmakla yükümlüdür diye rapor çıkartmış.
Musa Amca “Bana da aynı rapordan verdiler” dedi.
“Fakat babam bunu kabullenemedi. ‘Sen üniversite bitirdin oğlum’, dedi. Allah bakalım ne kısmet edecek diye engelli işçi vasfıyla, iş ve işçi bulma kurumuna başvurduk.
Mesleğimi söyleyince “Rakel diye özel bir şirket var, gider misiniz?” dediler.
Söylenen yer Çankaya’daydı. Ve evimizle arada kırk km vardı. Mesafe uzaktı.
Bakalım ya nasip diyerek belediye otobüsüne bindik ve babamın desteğiyle yürüyerek Çankaya’ya gittik.
Oradaki yetkili beni beğendi ve “Burası genel müdürlüktür. Bizim fabrikamız Sincan’da” dedi.
Ertesi gün Sincan’daki fabrikaya gittik. Görüşmede bana bir çok soru sordular.
Sonunda beğenmiş olmalılar ki ‘Yarın gel başla’, dediler.
Allah öyle büyük ki, hem bana mesleğime göre masa başı bir iş nasip etti. Hem de mesafe sorun değildi. Çünkü biz de Sincan’da oturuyorduk ve fabrika evimize yedi km uzaktaydı.
Allah’a binlerce hamdolsun.
“İnsanlar önyargılı bilgilerle hemen karar veriyorlar Hakancığım. Allah’ın bizim hakkımızda bir kader planı olduğunu unutuyorlar. Babam o gün, o doktoru dinleseydi, ben bugün belki de evde yatacaktım ve asla emekli olamayacaktım.
Beni her gün arabayla işe götürüp getiren ve benim elim, ayağım, her şeyim olan babamdan Allah ebediyen razı olsun.
Babam alnımı öptü, ‘İyi ki varsın oğlum seninle gurur duyuyorum’, dedi.
Musa Amca da Hakan’a aynısını söyledi ve öptü. Birer çay daha söyledik.
Musa Amca, “Oğlum ÖMSS’ ye (Özürlü Memurluk Seçme Sınavı) girecek. Kazanırsa memur olup sırtını devlete dayayacak” dedi.
“Musa Amca hayırlısı olsun inşallah kazanır, ama kazanamazsa da dünyanın sonu değil; özel sektörde de iş alanı geniş, Allah’ın takdiriyle bir işe girer” dedim.
Hakan bana “Abi, biz engelliler işyerinde zorlanmaz mıyız? Başarılı olabilir miyiz? Çalışırken ihtiyaçlarımızı nasıl karşılarız?” dedi.
“Hakancığım, bizim hastalıkta çalışma hayatı çok zordur. Çünkü biliyorsunuz bu hastalık sürekli ilerler, tekerlekli sandalyeye düşünce işyerinde çok sıkıntı yaşanır.
Ben özel bir şirkette çalıştım. İşe girdiğimde tekerlekli sandalyede değildim. Sallanarak duvardan destekle yürüyordum. Hakan’dan daha iyiydim. Bu halde dört yıl çalıştım.
Ama bu dört yıl içimde dürüstlüğüm ve çalışkanlığımla patronun gözüne girdim.
Gerçekten mesleğimde bir numara olmuştum.
Hatta ben izin aldığımda telefonla arayıp iş danışıyorlardı.
Hastalık ilerleyince tekerlekli sandalyeye düştüm.
Bir kaç sene babam evde telefonda beni bekledi. Arayınca gelip tuvalete götürdü.
İşyeri eve yakındı. Öğlen geliyor, bana yemekhaneden yemek alıp masama getiriyordu.
“Patronumuz bu durumu haber almış.
Beni odasına çağırdı
“Celal, yaptığın işleri biliyoruz ve biz senden çok memnunuz. Sen artık tekerlekli sandalye kullanıyorsun. Ve ihtiyaçların için her gün baban geliyormuş. Artık babanın gelmesine gerek yok. Çünkü tuvalet ve yemek konusunda temizlikçi arkadaşların sana yardım etmesine karar verdik. Emekli olana kadar böyle bizimle çalışmanı arzu ediyoruz” dedi.
“Babam sabahları arabamızla beni işe getiriyordu, akşamları ise tekrar geliyor ve eve dönüyorduk.
İşyerinde temizlikçi arkadaş, günde üç kez tuvalete götürür ve lazımlık ördekle tekerlekli sandalye üzerinde küçük abdestimi yaptırırdı.
Öğle tatillerinde ise beni yemekhaneye götürüyordu. Öğle yemeğini beraber yiyorduk.
Evde hizmetim çok ağırdı. Babam astım hastası. Tuvalet ve banyo ihtiyacımı karşılamak için zorlanıyordu.
Bu durumu uzun zaman kafasından tasarlayarak, banyomuza bir vinç sistemi kurdu. Beni sandalyeden kaldırıp klozete oturtuyor.
İşyerinde çayımı ise, mutfak görevlisi teyze masama getirirdi.
Ben her ay maaşımı alınca vicdanen rahatlamak için temizlikçi arkadaşa bahşiş verirdim.
Musa Amca, “İyi yapmışsın oğlum” dedi.
“Allah, hepsinden razı olsun” dedim.
“Toplam on altı sene çalıştım ve 2010 da emekliliği doldurdum. Musa Amcacım eğer ben doktorun dediği gibi evde yatalak olarak yaşasaydım, emekliliğe nasıl ulaşacaktım. Şimdi iyi ki de Allah bana çalışmayı nasip etti diyorum. Bana böylesine güzel bir kader çizen Allah’a binlerce hamdolsun.
Musa Amca, “Allah senden razı olsun Celal oğlum. İnşallah ÖMSS’yi kazanıp oğlum işe girer. Bu olmasa senin gibi özel sektörde iş bulur ve başarılı olur. Bize dua et evladım” dedi.
“Biliyor musun bilmem Musa Amca, zaten elliden fazla çalışanı olan işyerlerinin, kanunen yüzde üç oranında engelli çalışanları olmak zorundaymış. Çalıştırmazlarsa ceza uygulaması varmış.
Engelli çalıştırmak işveren açısından da karlıdır.
Hem cezadan kurtuluyorlar, hem de bir iş yaptırıyorlar.
Üstelik aynı işi yapan sağlam işçiye göre daha az vergi yatırıyorlar.
Çünkü engelli işçinin sigorta primlerinin büyük bölümünü devlet karşılıyor.
Musa Amca derin bir nefes aldı.
“Öyleyse aslında özel şirketler engelli işçi çalıştırmakla çok karlılar” dedi.
“Öyle tabi ki Musa Amca, bir de ahiret yönünden bakarsak, engelliler melek gibidirler, günahsızdırlar.
Engelli çalıştıran işyerleri hem çok sevap kazanır, hem de Allah o işyerinin bereketini artırır” dedim.
“Evet Musa Amcacım Allah bakalım size neler nasip edecek.
Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler. Ya nasip…
Telefonlarımızı verdik. Musa amca müsaade istedi.
Hakan’a “Unutma, dedim.
“Allah bakalım neler hazırladı sana. Mesela, Allah bana o işte çalışmam için her sebebi hazırlamış. Sana ayrıntıları anlatmadım ama sonunda beni o işe kavuşturdu. Aslında bazı olumsuz gibi görünen şeyleri Allah hayra çevirdi.
“Hakancım, hangi işi yaparsan yap, en iyisi sen ol. Hatta ayakkabı boyacısı bile olsan, herkes ayakkabısını boyatmak için sana gelsin.
Tamam der gibi yüzüme baktı. Gitmek için ayağa kalktılar.
“Şimdi bu hastalık doğuştan olmadığı için depresyonlar yaşayabilirsin.
Ben bunu namazla yendim.
“Kutsal kitabımız Kuran’ın Türkçe mealini okumuş muydun?
“Yok abi okumadım” dedi.
“Kendine plan yap inşallah ve yavaş yavaş belki beş altı ayda anlayarak oku. Bir de Hastalar Risalesi adlı kitabı okumanı tavsiye ederim. Google’da aratırsan bulursun.
“İnşallah teyemmüm abdestiyle de oturduğun yerde namazını kılarsan için huzurla dolacak.
Hakan yüzünde mütebessim çehre ile:
“İnşallah ağabeycim, okuyacağım ve namaz kılmasını öğreneceğim, zaten istiyordum.
Peki Celal abi tanıştığıma memnun oldum. İnşallah yine görüşürüz, dedi.
Sonra yine babasının koluna girdi ve yürüyüp gittiler.
Biz de babamla bir engelli kardeşime yardım etmenin huzuruyla birer çay daha söyledik.
Derinden bir nefes alarak temiz bahar havasını içime çektim.
Yaşamak her şeye rağmen çok güzel…
"Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayatından lezzet alır."
Geçenlerde genç bir tanıdığım dostla, iftar sonrası bir çay bahçesine gittik. Çayımızı yudumlarken sohbet ettik. İşler nasıl, dedim. Celal abi, herşey o kadar bozulmuş ki, dünyada yaşamak artık zevk vermiyor, dedi.
Evleneceğim ama korkuyorum, çevreme bakıyorum, genç kızlar da artık ahlaksızlık hat safhada. İnsanlara bakıyorum, çoğu devleti dolandırarak vergi kaçırma derdinde, heryıl bir ev, araba alıyorlar. Ben valla bir aydır maaş almadan çalışıyorum, dedi.
Evet abicim, sen yıllar önceki benim halim gibisin. Ben bir ara, senin gibi bir ruh halindeydim. Her şeyi çok kötü, memleket bitmiş, dürüst insan kalmamış, ...vs düşünürdüm. Peki ben nasıl toparladım biliyormusun.
Bir hacı amca komşumuza bu durumumu anlattım. Dedi ki, Celal evladım Bediüzzaman diye bir alim der ki:
"Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayatından lezzet alır." Nasıl amca bu ne demek, dedim.
Şimdi şurdaki su şişesine bak, ne görüyorsun, dedi. Su dedim. Evet ama bakış açısı, dedi. Olumlu bakan şişenin yarısı dolu, der. Olumsuz bakan ise yarısı boş, der.
Yani herşey bakış açısında gizli, dedi. Herşeye iyi, güzel, olumlu, faydalı, tarafından bakan güzel görür. Güzel gören insanlarda mutlu olurlar demek, dedi.
Aslında olayın özü şu abicim: Ben olumlu bakmayı öğrendim. Olumsuz şeyleri ise görmemezlikten geliyorum. Haber izlemiyorum. Akşamları radyoda beni rahatlatan TSM gibi müzikleri ve sohbetleri dinliyorum.
Radyodan kısa haberleri dinleyip gündemden haberdar oluyorum. Facebookta olumlu şeyler paylaşıp, faydalı sayfalara abone oluyorum. Beni geren yazı, resim okumuyorum. En az bir kaç dini siteyi beğendim. Günlük birkaç ayet ve hadis öğreniyorum.
Televizyonda beni üzen kanal, dizi, haber, film izlemiyorum. Hayata Allah'a iman penceresinden bakıyorum. Mesela ben o dediğin ahlaksız gençlere üzülüyorum ama takmıyorum, görmemezlikten geliyorum. Namazlarımda dua ediyorum.
Ülkemizde namaz kılanlar, oruç tutanlar, cumaya gelenler, zekatını verenler, içkiye sigaraya zinaya tövbe edenler her sene artıyor. Belki onlar da ilerde tövbe ederler.
Yani ben güzel görüyorum ve olumsuzluklardan uzaklaşıyorum. Komşularımızla öyle muhabbet kurduk ki komşuculuk bitmiş diyenler gelip görmeli.
Abicim sende inşallah herşeyi güzel görerek güzel düşün, ve de böyle güzel düşünerek de hayatından lezzet al.
Sıkma canını kardeşim Takma Kafana !
Şöyle bir ALLAH de, bir SALAVAT getir için açılsın.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?