"İsrail, Osmanlı Ordusu ile Hayfa'da savaşan İngiliz ordusundaki Sikh askerlerin zaferlerinin anısına pul basmış. Sikhler Hayfa'ya getirilip Türklerle savaştırılıyor, ama sonucunu İngiliz ve Yahudiler kutluyor, bunlara da bu sizin zaferiniz unutmayın diyorlar."
fatih belediye başkanı.
Türkiye'de iş yerlerinin belki %70'inin tabelası İngilizce... Fatih belediyesi ise Arapça yazılı lokanta tabelalarını kaldırtmak için yazı göndermiş. Ne olacak, tabelaları kaldırınca göz zevkleri mi düzelecek? Yoksa Mustafa Demir, CHP'den kıl payı aldığı belediyeyi CHP zihniyetine uygun davranarak tekrar kazanacağını mı zannediyor acaba?
Türkiye'de iş yerlerinin belki %70'inin tabelası İngilizce... Fatih belediyesi ise Arapça yazılı lokanta tabelalarını kaldırtmak için yazı göndermiş. Ne olacak, tabelaları kaldırınca göz zevkleri mi düzelecek? Yoksa Mustafa Demir, CHP'den kıl payı aldığı belediyeyi CHP zihniyetine uygun davranarak tekrar kazanacağını mı zannediyor acaba?
Memlekette Atatürk'ü herkesten çok biz kullanalım yarışı başladı ya... Büstleri öpenler, mektup yazanlar, çocuklara tek tek heykel karşısında selam verdiren okullar... derken biri de hızını alamayıp "Anıtkabir'e iman tazelemeye geldik." demiş. Bu memlekette bir türlü normali bulamayacağız anlaşılan.
ATATÜRK, Sarayburnu'nda dinlediği kötü bir musıki ekibinin etkisiyle söylediği: "Bu musıki bizim heyecanımızı ifade etmekten uzaktır." Sözü, yanlış anlaşılarak, Türk musıkisi radyolardan kaldırılmıştır.
Bu konuda sayın Vasfi Rıza Zobu şunları anlatmıştır:
"Asırlardan beri, nesilden nesile gelip, İstanbul'da en üstün şeklini alan Türk musıkisini kökünden inkâr yarışına gidilmiş, bu gürültünün patladığı gündenberi ATATÜRK, sofralarından Türk musıkisi kaldırılmıştı. Ne kendi söylüyor, ne de başkasına okuması için teklifte bulunuyordu. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, bir gün zamanın İstanbul valisi Muhittin Üstündağ'dan bir haber geldi: "Bu akşamki trenle Ankara'ya hareket etsin, köşkden çağrılıyor, diye. Ertesi sabah Ankara'da idim. İndiğim otelden geldiğimi köşke bildirdim. Akşama doğruydu, bir delikanlı otele gelip: "Buyurun sizi çiftlik köşküne götürmek için emir aldım" dedi.
Köşke geldiğimiz zaman, kendilerini (ATATÜRK'ü) ayakta, etrafında devlet erkânında bazıları ve birkaç generalle ehemmiyetli bir bahis üzerinde konuşur buldum. Elini öpüp: (sefa geldin) iltifatlarını aldım.
Akşam oldu, yemek zamanı geldi. Sofra başında saatler bir hayli ilerliyordu. Kendileri hiç neşeli görünmüyordu. Ekseriye bu sofrada bulunmamız, rahmetli Hâzım ile olurdu. O olsa da, olmasa da ATATÜRK ikimizle de şakalaşmayı severdi. Fakat bu gece böyle bir şey yapmaya hiç niyetli görünmüyordu.
Gece yarısını bir hayli geçtik. Beklenmedik bir anda, onun sesinden ismimi işitdim, toparlandım "Buyurun efendim", dedim.
- Hatırlarsanız, bir piyesin başlangıcında, daha perde açılmadan, bir şarkı söylerdiniz, neydi o piyesin adı?
- Hatırladım efendim, Molyer'den küçük Kemal'in adapte ettiği Mürâi komedisi.
- Güzel bir eserdi o.
- Evet efendim, muvaffak bir adaptasyondu.
- Hayır piyes için söylemiyorum. Vâka o da güzeldi ama, ben o bestenin güzelliğini söylemek istiyorum.
Ne yalan söyleyeyim, ürktüm. İlk defa bir suale cevap vermekte mütereddit kaldım. Türk musıkisinin aleyhinde olmasıyla zihnim o kadar dolmuştu ki, güzelliğini tasdik ederek:
"Evet" desem, ya ağzımı arıyorsa? Hayır desem, güzelliğini inkâr etsem, o zaman da dalkavukçu bir yalan olduğunu anlamamasına imkân yok.
- Hatırlayamadınız mı?
- Hatırladım efendim, Dellâlzâde İsmail Efendi'nin ısfahan... cümleyi tamamlayamadım.
- Hayır, bestesini soruyorum, hatırınızda değil mi, okuyamaz mısınız?
- Hatırında, okurum efendim.
Yalnız bana değil, şaşkınlık sofrada bulunanların hepsine birden gelmişti. Yaradana sığınıp, yerimde şöyle bir derlenip toparlandım, olanca aktörlüğümü takınıp, edâsıyla, ahengiyle: "Aaah o güzel gözlerine hayran olayım" mısrası ile başlayan yörük semaiyi okumaya koyuldum ve kan-ter içinde bitirdim.
ATATÜRK'te hiçbir hareket görülmediğinden, herkes sanki suç işlemiş gibi önüne bakıyor, ne diyeceğini bekliyordu.
Bir müddet sonra:
- Ne yazık ki, benim sözlerimi yanlış anladılar, şu okunan ne güzel bir eser, ben zevkle dinledim, sizler de öyle. Ama bir Avrupalıya bu eseri, böyle okuyup da bir zevk vermeğe imkân var mı? Ben demek istedim ki bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini, onlara da dinletmek çaresi bulunsun, onların tekniği, onların ilmi ile, onların sazları, onların orkestraları ile, çâresi her ne ise. Biz de Türk musıkisini milletlerarası bir sanat haline getirelim Türk'ün nağmelerini kaldırıp atalım, sadece garp milletlerinin hazırdan musıkisini alıp kendimize maledelim, yalnız onları dinleyelim demedim, yanlış anladılar sözümü, ortalığı öyle bir velveleye verdiler ki, ben de bir daha lâfını edemez oldum.
Türk musıkinin yasaklandığı ve radyolardan kaldırıldığı sırada, bir gece, Dolmabahçe Sarayı'nda, Yunus Nadi bey, ATATÜRK'e ricada bulunur.
- Paşam, alaturka şarkılardan, Türkülerden bizi mahrum etmesinler, zevkimize, duygularımıza müdâhale edildiğinden inciniyoruz, demiş.
ATATÜRK, şöyle cevap vermiştir:
- Ben de hoşlanıyorum, fakat inkılap yapan bir nesil, mahrumiyet ve fedâkârlıklara katlanmak mecburiyetindedir. Ancak milli kültürümüze kıymet verilmelidir.
ATATÜRK'ün bu sözü de, Türk musıkisinin topyekün yasaklanması, radyolardan kaldırılması demek olmadığını açıkça göstermektedir.
Daha önce de belirttiğim gibi ATATÜRK batıya yönelik, milli ve ileri bir Türk musıkisi özlemini çekiyordu. O gece çiftlik köşkünde sayın Vasfi Rıza Zobu'ya okutarak gidermesi bunu açıkça göstermektedir.
Bir gün şöyle söyler:
- Nedir bu radyonun hâli? Hep ağlayan, inleyen şarkılar. Kaldırın şunları, bu milletin neşe ve sevinç hakkıdır.
ATATÜRK bunda, yerden göğe kadar haklıydı. Sabah sabah bir şarkıda tam onsekiz kere ah ve of çekilirse, bunu dinleyen kimse, yeni bir güne ve işine taze bir güç ve canlılıkla gidebilir mi?
Bir akşam da ATATÜRK cumhurbaşkanlığı saz heyetinden, sevdiği türkülerden "Manastırın ortasında var bir havuz" türküsünü istiyor.
Çocukluk ve gençlik arkadaşı Nuri Conker:
- İmam verir talkını, kendi yutar salkımı. Sen radyodan alaturkayı kaldırdın, kendin de çaldırma bakalım, diyor.
ATATÜRK'ün verdiği cevap şudur:
- Şimdi biz burada rakı içiyoruz diye, devletin her köyde meyhane açması câiz mi? biz fena yetiştirilme ve ihmaller neticesi buna alışmışız, kendimizi kurtarmayabiliriz, fakat gelecek nesillere, kendi fena itiyadlarımızı (alışkanlıklarımızı) aşılamaya hakkımız yok. Nasıl, farzıma hal halk alışmıştır diye esrar tekkeleri açamazsak, devlet radyolarında da ağlayan inleyen nağmeler yayamayız.
devamını okumak için tıklayınız...
Bu konuda sayın Vasfi Rıza Zobu şunları anlatmıştır:
"Asırlardan beri, nesilden nesile gelip, İstanbul'da en üstün şeklini alan Türk musıkisini kökünden inkâr yarışına gidilmiş, bu gürültünün patladığı gündenberi ATATÜRK, sofralarından Türk musıkisi kaldırılmıştı. Ne kendi söylüyor, ne de başkasına okuması için teklifte bulunuyordu. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, bir gün zamanın İstanbul valisi Muhittin Üstündağ'dan bir haber geldi: "Bu akşamki trenle Ankara'ya hareket etsin, köşkden çağrılıyor, diye. Ertesi sabah Ankara'da idim. İndiğim otelden geldiğimi köşke bildirdim. Akşama doğruydu, bir delikanlı otele gelip: "Buyurun sizi çiftlik köşküne götürmek için emir aldım" dedi.
Köşke geldiğimiz zaman, kendilerini (ATATÜRK'ü) ayakta, etrafında devlet erkânında bazıları ve birkaç generalle ehemmiyetli bir bahis üzerinde konuşur buldum. Elini öpüp: (sefa geldin) iltifatlarını aldım.
Akşam oldu, yemek zamanı geldi. Sofra başında saatler bir hayli ilerliyordu. Kendileri hiç neşeli görünmüyordu. Ekseriye bu sofrada bulunmamız, rahmetli Hâzım ile olurdu. O olsa da, olmasa da ATATÜRK ikimizle de şakalaşmayı severdi. Fakat bu gece böyle bir şey yapmaya hiç niyetli görünmüyordu.
Gece yarısını bir hayli geçtik. Beklenmedik bir anda, onun sesinden ismimi işitdim, toparlandım "Buyurun efendim", dedim.
- Hatırlarsanız, bir piyesin başlangıcında, daha perde açılmadan, bir şarkı söylerdiniz, neydi o piyesin adı?
- Hatırladım efendim, Molyer'den küçük Kemal'in adapte ettiği Mürâi komedisi.
- Güzel bir eserdi o.
- Evet efendim, muvaffak bir adaptasyondu.
- Hayır piyes için söylemiyorum. Vâka o da güzeldi ama, ben o bestenin güzelliğini söylemek istiyorum.
Ne yalan söyleyeyim, ürktüm. İlk defa bir suale cevap vermekte mütereddit kaldım. Türk musıkisinin aleyhinde olmasıyla zihnim o kadar dolmuştu ki, güzelliğini tasdik ederek:
"Evet" desem, ya ağzımı arıyorsa? Hayır desem, güzelliğini inkâr etsem, o zaman da dalkavukçu bir yalan olduğunu anlamamasına imkân yok.
- Hatırlayamadınız mı?
- Hatırladım efendim, Dellâlzâde İsmail Efendi'nin ısfahan... cümleyi tamamlayamadım.
- Hayır, bestesini soruyorum, hatırınızda değil mi, okuyamaz mısınız?
- Hatırında, okurum efendim.
Yalnız bana değil, şaşkınlık sofrada bulunanların hepsine birden gelmişti. Yaradana sığınıp, yerimde şöyle bir derlenip toparlandım, olanca aktörlüğümü takınıp, edâsıyla, ahengiyle: "Aaah o güzel gözlerine hayran olayım" mısrası ile başlayan yörük semaiyi okumaya koyuldum ve kan-ter içinde bitirdim.
ATATÜRK'te hiçbir hareket görülmediğinden, herkes sanki suç işlemiş gibi önüne bakıyor, ne diyeceğini bekliyordu.
Bir müddet sonra:
- Ne yazık ki, benim sözlerimi yanlış anladılar, şu okunan ne güzel bir eser, ben zevkle dinledim, sizler de öyle. Ama bir Avrupalıya bu eseri, böyle okuyup da bir zevk vermeğe imkân var mı? Ben demek istedim ki bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini, onlara da dinletmek çaresi bulunsun, onların tekniği, onların ilmi ile, onların sazları, onların orkestraları ile, çâresi her ne ise. Biz de Türk musıkisini milletlerarası bir sanat haline getirelim Türk'ün nağmelerini kaldırıp atalım, sadece garp milletlerinin hazırdan musıkisini alıp kendimize maledelim, yalnız onları dinleyelim demedim, yanlış anladılar sözümü, ortalığı öyle bir velveleye verdiler ki, ben de bir daha lâfını edemez oldum.
Türk musıkinin yasaklandığı ve radyolardan kaldırıldığı sırada, bir gece, Dolmabahçe Sarayı'nda, Yunus Nadi bey, ATATÜRK'e ricada bulunur.
- Paşam, alaturka şarkılardan, Türkülerden bizi mahrum etmesinler, zevkimize, duygularımıza müdâhale edildiğinden inciniyoruz, demiş.
ATATÜRK, şöyle cevap vermiştir:
- Ben de hoşlanıyorum, fakat inkılap yapan bir nesil, mahrumiyet ve fedâkârlıklara katlanmak mecburiyetindedir. Ancak milli kültürümüze kıymet verilmelidir.
ATATÜRK'ün bu sözü de, Türk musıkisinin topyekün yasaklanması, radyolardan kaldırılması demek olmadığını açıkça göstermektedir.
Daha önce de belirttiğim gibi ATATÜRK batıya yönelik, milli ve ileri bir Türk musıkisi özlemini çekiyordu. O gece çiftlik köşkünde sayın Vasfi Rıza Zobu'ya okutarak gidermesi bunu açıkça göstermektedir.
Bir gün şöyle söyler:
- Nedir bu radyonun hâli? Hep ağlayan, inleyen şarkılar. Kaldırın şunları, bu milletin neşe ve sevinç hakkıdır.
ATATÜRK bunda, yerden göğe kadar haklıydı. Sabah sabah bir şarkıda tam onsekiz kere ah ve of çekilirse, bunu dinleyen kimse, yeni bir güne ve işine taze bir güç ve canlılıkla gidebilir mi?
Bir akşam da ATATÜRK cumhurbaşkanlığı saz heyetinden, sevdiği türkülerden "Manastırın ortasında var bir havuz" türküsünü istiyor.
Çocukluk ve gençlik arkadaşı Nuri Conker:
- İmam verir talkını, kendi yutar salkımı. Sen radyodan alaturkayı kaldırdın, kendin de çaldırma bakalım, diyor.
ATATÜRK'ün verdiği cevap şudur:
- Şimdi biz burada rakı içiyoruz diye, devletin her köyde meyhane açması câiz mi? biz fena yetiştirilme ve ihmaller neticesi buna alışmışız, kendimizi kurtarmayabiliriz, fakat gelecek nesillere, kendi fena itiyadlarımızı (alışkanlıklarımızı) aşılamaya hakkımız yok. Nasıl, farzıma hal halk alışmıştır diye esrar tekkeleri açamazsak, devlet radyolarında da ağlayan inleyen nağmeler yayamayız.
devamını okumak için tıklayınız...
Bu linkte ilginç bir hikaye var...
Bu ve buna benzer sosyo-psikolojik travmaları, hatta trajedileri irdeleyip anlamaya çalışmadan son asır Türkiye tarihi hakkında kayda değer birşey yazılamaz ve anlaşılamaz. Nakiller var ancak anlamlandırma yok. Böyle trajik hikayelere tarihçilerimiz dönüp bakmamıştır. Edebiyatçılarımız kısmen bakıp teğet geçmiştir.. Bu yüzden de, maalesef Türkiye'nin son 100 senesinde olup bitenleri anlamaktan uzağız, izah edemiyoruz... Tahminim, her yıl 10 Kasımlarda ve milli günlerde ülke sathındaki mistifikasyon dozunu bu yüzden arttırmak mecburiyetindeyiz... Hayırlısı olsun.
devamını okumak için tıklayınız...
Bu ve buna benzer sosyo-psikolojik travmaları, hatta trajedileri irdeleyip anlamaya çalışmadan son asır Türkiye tarihi hakkında kayda değer birşey yazılamaz ve anlaşılamaz. Nakiller var ancak anlamlandırma yok. Böyle trajik hikayelere tarihçilerimiz dönüp bakmamıştır. Edebiyatçılarımız kısmen bakıp teğet geçmiştir.. Bu yüzden de, maalesef Türkiye'nin son 100 senesinde olup bitenleri anlamaktan uzağız, izah edemiyoruz... Tahminim, her yıl 10 Kasımlarda ve milli günlerde ülke sathındaki mistifikasyon dozunu bu yüzden arttırmak mecburiyetindeyiz... Hayırlısı olsun.
devamını okumak için tıklayınız...
çok iyi.
Böyle örneklerin çoğalmasını diliyorum. Tanımıyorum. Yavuz Donat'ın yazdıkları doğru ise ne mutlu..
Ahhh ahhh böyle ( il,ilçe, ve belediye) başkanlarına hasretiz.......
Mustafa Tuna kimdir?
Melih Gökçek'in istifası ile boşalan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığına "Metropol ilçe" Sincan'ın Belediye Başkanı Mustafa Tuna getirildi.
Tuna'yı, Ankara'nın altıncı büyük ilçesi (Nüfusu 517 bin) olan Sincan'da yaşayanlar iyi bilirler.
Bugünkü yazımız "Onu tanımayanlar, bilmeyenler" için.
2009'da... "Yüzde 49 oyla" Sincan Belediye Başkanı seçildi.
2014'te... Oyu "Yüzde 57'ye yükseldi." Mustafa Tuna Sincan'a veda ederken... Sincan Belediyesi'nin kimseye tek kuruş borcu yoktu.
Üstelik... Belediyenin kasası (Bankalardaki hesapları) para doluydu.
*****
Sincan'a... Darbe davalarının görüldüğü mahkemeye giderken... Ya da mahkemeden dönerken... Sincan Belediye Başkanı Mustafa Tuna'ya uğrardık.
Çayını içerdik... Sohbet ederdik.
Ama "Cuma günleri" değil... Zira;
Mustafa Tuna her cuma öğleye kadar "Esnafları" gezerdi.
Cuma namazını "Her hafta farklı camide" kılardı.
Cuma... Öğleden sonra ise... Onun "Kabul günüydü." Kapı arkasına kadar açık... Gelen girerdi... Randevusuz... Tuna, akşama kadar herkesi dinlerdi.
Özetle... Tanıdığımız Tuna "Halkın içinde... Halktan biri."
*****
Sincan... 15 Temmuz gecesi şehit verdi... Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nin önünde... Ya da Genelkurmay'ın... Meclis'in.
Mustafa Tuna her şehit için bir park yaptırdı. Fakat... Hiçbiri için "Açılış töreni" olmadı.
Belediye Başkanlığı süresince Sincan'a kazandırdığı park sayısı 325... "Yine açılış törensiz... Kurdele kesilmeden."
Neden?
Yanıtı... Kendi ağzından:
- Açılış töreni için harcanacak para okullara gitsin.
Not... Şehitler için yapılan parkları Türkiye bizim köşemizden öğrendi... Dedik ya "Tuna reklamı sevmez... Kimseye haber vermez."
*****
Mustafa Tuna'yı sevdik... Karınca gibi çalışkanlığından, kibirli olmayışından, gösterişten hoşlanmadığından dolayı.
Fakat... Ona "Muhabbetimizin" iki nedeni daha var:
1. Rahmetli dostumuz Muhsin Yazıcıoğlu onun da dostuydu... İkisi de "Sivas'ın Şarkışla'sından."
2. Bir insan Sincan'da yıllarca Belediye Başkanlığı yapar da... Sincan'da "Bir karış toprağı" olmaz mı?.. Tanıdığımız Mustafa Tuna'nın "Parayla, pulla... Akçalı işlerle" hiç ilgisi olmadı.
****
Mustafa Tuna... 2019'da yapılacak yerel seçimlere kadar Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na getirildi.
İyi tanırız... "Geçmişi kendisine kefildir."
Hayırlı olsun.
Başarılar diliyoruz.
Yavuz DONAT
Sabah
Ahhh ahhh böyle ( il,ilçe, ve belediye) başkanlarına hasretiz.......
Mustafa Tuna kimdir?
Melih Gökçek'in istifası ile boşalan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığına "Metropol ilçe" Sincan'ın Belediye Başkanı Mustafa Tuna getirildi.
Tuna'yı, Ankara'nın altıncı büyük ilçesi (Nüfusu 517 bin) olan Sincan'da yaşayanlar iyi bilirler.
Bugünkü yazımız "Onu tanımayanlar, bilmeyenler" için.
2009'da... "Yüzde 49 oyla" Sincan Belediye Başkanı seçildi.
2014'te... Oyu "Yüzde 57'ye yükseldi." Mustafa Tuna Sincan'a veda ederken... Sincan Belediyesi'nin kimseye tek kuruş borcu yoktu.
Üstelik... Belediyenin kasası (Bankalardaki hesapları) para doluydu.
*****
Sincan'a... Darbe davalarının görüldüğü mahkemeye giderken... Ya da mahkemeden dönerken... Sincan Belediye Başkanı Mustafa Tuna'ya uğrardık.
Çayını içerdik... Sohbet ederdik.
Ama "Cuma günleri" değil... Zira;
Mustafa Tuna her cuma öğleye kadar "Esnafları" gezerdi.
Cuma namazını "Her hafta farklı camide" kılardı.
Cuma... Öğleden sonra ise... Onun "Kabul günüydü." Kapı arkasına kadar açık... Gelen girerdi... Randevusuz... Tuna, akşama kadar herkesi dinlerdi.
Özetle... Tanıdığımız Tuna "Halkın içinde... Halktan biri."
*****
Sincan... 15 Temmuz gecesi şehit verdi... Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nin önünde... Ya da Genelkurmay'ın... Meclis'in.
Mustafa Tuna her şehit için bir park yaptırdı. Fakat... Hiçbiri için "Açılış töreni" olmadı.
Belediye Başkanlığı süresince Sincan'a kazandırdığı park sayısı 325... "Yine açılış törensiz... Kurdele kesilmeden."
Neden?
Yanıtı... Kendi ağzından:
- Açılış töreni için harcanacak para okullara gitsin.
Not... Şehitler için yapılan parkları Türkiye bizim köşemizden öğrendi... Dedik ya "Tuna reklamı sevmez... Kimseye haber vermez."
*****
Mustafa Tuna'yı sevdik... Karınca gibi çalışkanlığından, kibirli olmayışından, gösterişten hoşlanmadığından dolayı.
Fakat... Ona "Muhabbetimizin" iki nedeni daha var:
1. Rahmetli dostumuz Muhsin Yazıcıoğlu onun da dostuydu... İkisi de "Sivas'ın Şarkışla'sından."
2. Bir insan Sincan'da yıllarca Belediye Başkanlığı yapar da... Sincan'da "Bir karış toprağı" olmaz mı?.. Tanıdığımız Mustafa Tuna'nın "Parayla, pulla... Akçalı işlerle" hiç ilgisi olmadı.
****
Mustafa Tuna... 2019'da yapılacak yerel seçimlere kadar Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na getirildi.
İyi tanırız... "Geçmişi kendisine kefildir."
Hayırlı olsun.
Başarılar diliyoruz.
Yavuz DONAT
Sabah
çingene şarkıcı ebru'nun en güzel yorumladığı şarkılardan biri.
Karacaahmet mezarlığından geçiyordum. Çekçek arabasıyla... Arabada kalabalık olduğumuz için yokuş bitinceye kadar yayan yürüyeyim dedim. Arabadan indim, mezarlara baka baka yürümeye başladım.
Karacaahmet... Ölüler okyanusu... Sahilsiz bir deniz gibi her mezar taşı bir kıvrım halinde dipsizliğe doğru dalga dalga akıyor...
Servi, mezar taşı, taşın tepesinde kavuk, taşa hakkedilmiş Allah adı, mezarlıkta şuurlu bir hendese ve intizam nefreti ve bütün bunların üstünde zamanın yeşil küfü... Bu unsurları tek tek idrak vahidine ircâ edecek olursak Müslüman mezarlığının misilsiz şahsiyet ve hususiyetine ulaşmış oluruz.
Böyle düşünerek ilerliyordum. Ne görsem iyi?
Ahşap bir yalıya nispetle kübika basitlik ve adiliğinde bir mezar taşı; ve taşın tepesinde bir fotoğraf... Ölünün resmi... Fotoğrafın altında iğrenç cümleler...
İki adım ileride bir tümseğin üstünde cicili bicili bir çelenk... Haçlı ölülerinin kadife tabutlarındaki çiğ ziynetler gibi, ölüm karşısında hokkabaz suratına benzer bir ifade... Tümseğin etrafında reverans yapmadığı kalan bazı komik eşhas...
....
Necip Fazıl Kısakürek
[Mezarlıkta İnkılâp (1943) adlı yazısından bir bölüm... ]
Karacaahmet... Ölüler okyanusu... Sahilsiz bir deniz gibi her mezar taşı bir kıvrım halinde dipsizliğe doğru dalga dalga akıyor...
Servi, mezar taşı, taşın tepesinde kavuk, taşa hakkedilmiş Allah adı, mezarlıkta şuurlu bir hendese ve intizam nefreti ve bütün bunların üstünde zamanın yeşil küfü... Bu unsurları tek tek idrak vahidine ircâ edecek olursak Müslüman mezarlığının misilsiz şahsiyet ve hususiyetine ulaşmış oluruz.
Böyle düşünerek ilerliyordum. Ne görsem iyi?
Ahşap bir yalıya nispetle kübika basitlik ve adiliğinde bir mezar taşı; ve taşın tepesinde bir fotoğraf... Ölünün resmi... Fotoğrafın altında iğrenç cümleler...
İki adım ileride bir tümseğin üstünde cicili bicili bir çelenk... Haçlı ölülerinin kadife tabutlarındaki çiğ ziynetler gibi, ölüm karşısında hokkabaz suratına benzer bir ifade... Tümseğin etrafında reverans yapmadığı kalan bazı komik eşhas...
....
Necip Fazıl Kısakürek
[Mezarlıkta İnkılâp (1943) adlı yazısından bir bölüm... ]
Bütün dev beton projelerinin sürekli reklamları dönüyor... Ve bütün reklamlarda kullanılan imajlar aynı.. "doğa, ağaç, yeşil, deniz, kuşlar, çocuklar..." TV'deki GYO reklamlarının tamamı bu kelimeler ve aynı görseller üzerine kurulu. Halbuki her proje, tam da bunları katlederek yapılıyor. En çok zarar verdikleri şeyleri, laf ebeliği yaparak "kutsal beton" hesabına kullanıyorlar.
TOKİ arazileri topluyor, yüksek karla Emlak Konut Yatırım Ortaklığına satıyor, onlar da büyük GYO'lara yüksek karla satıyor, onlar da Taşeronlara yüksek karla veriyor, onlar da işi müteahhitlere yüksek karla devrediyormuş... Buradan işçi, usta, kamyoncu, mühendis, hamal, bekçi, temizlikçi, demirci, çimento fabrikası, fayansçı, emlakçı, satan, satın alan, banka, bankacı herkes kazanıyormuş... Eee tabi doğal olarak ev fiyatları da uçuyormuş... Bir ev alan bir daha alıyormuş, olmadı satıyor değiştiriyormuş... Yahu bu bizim Toplu konut idaresi, fakir fukaraya başını sokacak evler yapacak değil miydi? Meğer kolay paranın tadını almış, lüks konut işini üstlenmiş... İyi ama herkes kazanmasa bütün bunlar olur muymuş...
Bazıları için büyüleyici bir betonlaşma hikayesi... Sonunda bir beton çölünün içinde bankalara yedirdiğimiz paralarla kalıvereceğiz. Ne yaptığını nereden gelip nereye gittiğini unutan bir yaratık halinde...
TOKİ arazileri topluyor, yüksek karla Emlak Konut Yatırım Ortaklığına satıyor, onlar da büyük GYO'lara yüksek karla satıyor, onlar da Taşeronlara yüksek karla veriyor, onlar da işi müteahhitlere yüksek karla devrediyormuş... Buradan işçi, usta, kamyoncu, mühendis, hamal, bekçi, temizlikçi, demirci, çimento fabrikası, fayansçı, emlakçı, satan, satın alan, banka, bankacı herkes kazanıyormuş... Eee tabi doğal olarak ev fiyatları da uçuyormuş... Bir ev alan bir daha alıyormuş, olmadı satıyor değiştiriyormuş... Yahu bu bizim Toplu konut idaresi, fakir fukaraya başını sokacak evler yapacak değil miydi? Meğer kolay paranın tadını almış, lüks konut işini üstlenmiş... İyi ama herkes kazanmasa bütün bunlar olur muymuş...
Bazıları için büyüleyici bir betonlaşma hikayesi... Sonunda bir beton çölünün içinde bankalara yedirdiğimiz paralarla kalıvereceğiz. Ne yaptığını nereden gelip nereye gittiğini unutan bir yaratık halinde...
Yaşayan devletimizin varlığı, bağımsızlığı, vatan topraklarının bütünlüğü ve milletinin birliği tartışmaya kapalı ortak değerimizdir. Ve öyle kalmaya devam etmeli... Her türlü siyasi mülahazanın ve tarihi tartışmanın üstünde olarak böyle olmalı...
Devletsizliğin nasıl birşey olduğunu Suriye ve Irak'ta ve bütün Dünyadaki acı örneklerle gördük, görüyoruz. Sanıyorum son yıllarda komşu ülkelerde şahit olduğumuz ve özellikle 15 Temmuz gecesi kıyısından döndüğümüz felaket bunu hepimize gösterdi.
Devletsizliğin nasıl birşey olduğunu Suriye ve Irak'ta ve bütün Dünyadaki acı örneklerle gördük, görüyoruz. Sanıyorum son yıllarda komşu ülkelerde şahit olduğumuz ve özellikle 15 Temmuz gecesi kıyısından döndüğümüz felaket bunu hepimize gösterdi.
"Kıyametimiz koparılırken biz fidan dikiyoruz."
demiş Balıkesir belediye başkanı. Demek ki, bu reis koltuğundan inmek kıyametin kopması kadar önemli..! Şu hale bak! Bu nasıl bir ihtiras?
demiş Balıkesir belediye başkanı. Demek ki, bu reis koltuğundan inmek kıyametin kopması kadar önemli..! Şu hale bak! Bu nasıl bir ihtiras?
"Aldın hezâr bütgedeyi, mescîd eyledin / Nâkus yerlerinde okuttun ezanları."
Osmanlı Dönemi Atina'da Pantheon'un Cami iken yapılmış bir çizimi 1680'ler...
Osmanlı klasik çağında sıfır kompleks... Pantheon Camii-i Şerifi...
Osmanlı Dönemi Atina'da Pantheon'un Cami iken yapılmış bir çizimi 1680'ler...
Osmanlı klasik çağında sıfır kompleks... Pantheon Camii-i Şerifi...
ordu valisi.
Ordu Valisi Sayın Serdar Yavuz'u bu net mesajından dolayı tebrik ediyorum. Teşekkürlerimi buradan sunuyorum. Gerçekten de ne gördüm havasındaki bazı okul müdürleri öğretmenleri lüzumsuz yere üzüyor... Özellikle de genç öğretmenleri. Genç öğretmenler şevkle mesleğe başlamışken onların bütün enerjisini alan okul müdürleri var...
Hele hele köylerde çalışan, büyük şehirlerde her türlü toplu taşıma olduğu halde memur servisi kullanan insanlarla karşılaştığımızda büyük bir özveri ile günde 2 - 2,5 saati yolda geçen bir öğretmene, insan meslekten soğutacak şekilde davranır mı? Kırsalda çalışan, bu yüzden bir dünya yol parası veren, üstelik gayri resmi bir servis aracıyla gidip gelen öğretmenler bunlar... Öğrenci servisleri resmi, bu yüzden daha iyi ciddi denetleniyor. Ögretmen servisleri ise, resmi ihale alamadığı için, köy öğretmenleri ile şifahen anlaşan daha konforsuz araçlardan oluşuyor... Türkiye'de son yıllarda yaşanan öğretmen servisi kazaları tesadüf değil... Keşke MEB şehir dışında çalışan öğretmenlere, bir ulaşım bedeli ödeyebilse... Daha önemlisi, öğretmen servisleri için de, öğrenci servisleri gibi standartlar belirlense... Sahi bunu gündeme getiren tek bir eğitim sendikası duydunuz mu?
Sayın valimizin açıklaması şu şekilde:
"Öğretmenlerinize kaba davranmayın. Öğretmenine kötü davranan bir okul müdürü ile ben çalışmam. Öğretmenlerinize iyi davranacak, motive edecek, sorunlarıyla ilgileneceksiniz. Maalesef gördüğüm en büyük sorunlarından bir tanesi, yukarı çıkan aşağıyı eziyor. Öğretmen sınıfa morali yüksek girecek. Öğretmen arkadaşlarımız da görev ve sorumluluklarını bilecek ve kendini geliştirecek. Benim öğretmenim, benim il müdürüm seviyesindedir. Öğretmen arkadaşlarımıza lütfen hürmet gösterin. Bunu kaymakamımız da takip etsin. Öğretmen arkadaşlarımızın moralleri yüksek olsun ve çocuklarımızın yetişmesine konsantre bir şekilde hizmet etme noktasında gayret gösterilsin."
Ordu Valisi Sayın Serdar Yavuz'u bu net mesajından dolayı tebrik ediyorum. Teşekkürlerimi buradan sunuyorum. Gerçekten de ne gördüm havasındaki bazı okul müdürleri öğretmenleri lüzumsuz yere üzüyor... Özellikle de genç öğretmenleri. Genç öğretmenler şevkle mesleğe başlamışken onların bütün enerjisini alan okul müdürleri var...
Hele hele köylerde çalışan, büyük şehirlerde her türlü toplu taşıma olduğu halde memur servisi kullanan insanlarla karşılaştığımızda büyük bir özveri ile günde 2 - 2,5 saati yolda geçen bir öğretmene, insan meslekten soğutacak şekilde davranır mı? Kırsalda çalışan, bu yüzden bir dünya yol parası veren, üstelik gayri resmi bir servis aracıyla gidip gelen öğretmenler bunlar... Öğrenci servisleri resmi, bu yüzden daha iyi ciddi denetleniyor. Ögretmen servisleri ise, resmi ihale alamadığı için, köy öğretmenleri ile şifahen anlaşan daha konforsuz araçlardan oluşuyor... Türkiye'de son yıllarda yaşanan öğretmen servisi kazaları tesadüf değil... Keşke MEB şehir dışında çalışan öğretmenlere, bir ulaşım bedeli ödeyebilse... Daha önemlisi, öğretmen servisleri için de, öğrenci servisleri gibi standartlar belirlense... Sahi bunu gündeme getiren tek bir eğitim sendikası duydunuz mu?
Sayın valimizin açıklaması şu şekilde:
"Öğretmenlerinize kaba davranmayın. Öğretmenine kötü davranan bir okul müdürü ile ben çalışmam. Öğretmenlerinize iyi davranacak, motive edecek, sorunlarıyla ilgileneceksiniz. Maalesef gördüğüm en büyük sorunlarından bir tanesi, yukarı çıkan aşağıyı eziyor. Öğretmen sınıfa morali yüksek girecek. Öğretmen arkadaşlarımız da görev ve sorumluluklarını bilecek ve kendini geliştirecek. Benim öğretmenim, benim il müdürüm seviyesindedir. Öğretmen arkadaşlarımıza lütfen hürmet gösterin. Bunu kaymakamımız da takip etsin. Öğretmen arkadaşlarımızın moralleri yüksek olsun ve çocuklarımızın yetişmesine konsantre bir şekilde hizmet etme noktasında gayret gösterilsin."
Osmanlı İmparatorluğu'nda İkinci Meşrutiyet'in ilânına önayak olup 1908-1918 yılları arasında kısa kesintilerle devlet yönetimine egemen olan, 1889 yılında kurulmuş bir siyasal hareket ve iktidar partisidir.
(Hürriyet aşkıyla Sultan Hamid'i deviren İttihatçı subaylar Balkan Savaşı'nda, 2 ayda Rumeli'yi ite kopuğa teslim edip gelmişlerdi. Kendilerini tek kelime eleştirmek de mümkün değildi. Aynı hızla bir yıl sonra 1.Dünya Savaşına girdik.)
Balkan Harbi Edirne Tunca adasında Türk Esir Kampı
Açlıktan ağaç kabuklarını kemiren esir askerlerimiz.
L'İllustration dergisi, No. 3660, 19 Nisan 1913 :
Edirne'nin işgali, hiç şüphesiz bana hayatımın en korkunç-acımasız izlencesini gösterdi. Edirne karşısındaki Maritza adası; Balkan Savaşları süresince ve daha sonra Edirne'nin alınışında; Türk Garnizonu dokuz aylık kuşatma süresince kelimenin tam anlamıyla korkunçtu, yorucuydu tüketiciydi, bitkin düşürücüydü. İhtiyaç maddeleri çoktan bitmişti. Tutsakların geneli; (12.000 civarında) ölmüşlerdi.(Bütün Garnizon) Kolera, tifüs, dizanteri bütün bulaşıcı hastalıklar zavallı tutsakların üzerine çullanmışlardı…Geldiğimde daha 7.000 ila 8.000 civarinda Türk çoktan ölmüş; ya da katledilmişti.Daha korkunç olanı; kötü hava koşullarıydı. Sığınak, barınak yoktu. Açıkta bırakılmışlardı ve hiç bir çıkış yolu olmayınca; ağaçların kabuklarını soyup yemişlerdi”
(Hürriyet aşkıyla Sultan Hamid'i deviren İttihatçı subaylar Balkan Savaşı'nda, 2 ayda Rumeli'yi ite kopuğa teslim edip gelmişlerdi. Kendilerini tek kelime eleştirmek de mümkün değildi. Aynı hızla bir yıl sonra 1.Dünya Savaşına girdik.)
Balkan Harbi Edirne Tunca adasında Türk Esir Kampı
Açlıktan ağaç kabuklarını kemiren esir askerlerimiz.
L'İllustration dergisi, No. 3660, 19 Nisan 1913 :
Edirne'nin işgali, hiç şüphesiz bana hayatımın en korkunç-acımasız izlencesini gösterdi. Edirne karşısındaki Maritza adası; Balkan Savaşları süresince ve daha sonra Edirne'nin alınışında; Türk Garnizonu dokuz aylık kuşatma süresince kelimenin tam anlamıyla korkunçtu, yorucuydu tüketiciydi, bitkin düşürücüydü. İhtiyaç maddeleri çoktan bitmişti. Tutsakların geneli; (12.000 civarında) ölmüşlerdi.(Bütün Garnizon) Kolera, tifüs, dizanteri bütün bulaşıcı hastalıklar zavallı tutsakların üzerine çullanmışlardı…Geldiğimde daha 7.000 ila 8.000 civarinda Türk çoktan ölmüş; ya da katledilmişti.Daha korkunç olanı; kötü hava koşullarıydı. Sığınak, barınak yoktu. Açıkta bırakılmışlardı ve hiç bir çıkış yolu olmayınca; ağaçların kabuklarını soyup yemişlerdi”
14 Ağustos 1913 tarihinde Tahirü'l Mevlevi tarafından yazılan bu şiir, Rumeli Muhacirîn-i İslâmiye Cemiyeti tarafından "Bulgar Mezalimi İntikam Levhası" halinde bastırılarak, muhacirlere gelir sağlamak amacıyla 20 paradan satışa çıkarılmış.
"Kulağında Küpe Olsun Unutma"
Rumeli "nin dağı taşı ağlıyor
Kan içinde her şubaşı ağlıyor
Parçalanmış gövdelerin yanında
Can çekişen arkadaşı ağlıyor...
Bak şu yurda tek bir ocak tütmüyor
Issız kalmış bülbülleri ötmüyor
O sevimli ovaları kurd almış
Bir çobancık davarları gütmüyor
Kara toprak kandan olmuş kırmızı
Doğrandıkça Türk kadını Türk kızı
Can evine canavarca saldırmış
Sürü sürü ırz ve namus hırsızı
Mihraplara haç asılmış, ezanlar
Susturulmuş güm güm ötüyor çanlar
Camilerin minberleri yakılmış
Çizme ile çiğneniyor Kur'anlar
Ey Müslüman kendini hiç avutma
Yüreğini öç almadan soğutma
İnim inim inleyişi yurdunun
Kulağında küpe olsun unutma...
"Kulağında Küpe Olsun Unutma"
Rumeli "nin dağı taşı ağlıyor
Kan içinde her şubaşı ağlıyor
Parçalanmış gövdelerin yanında
Can çekişen arkadaşı ağlıyor...
Bak şu yurda tek bir ocak tütmüyor
Issız kalmış bülbülleri ötmüyor
O sevimli ovaları kurd almış
Bir çobancık davarları gütmüyor
Kara toprak kandan olmuş kırmızı
Doğrandıkça Türk kadını Türk kızı
Can evine canavarca saldırmış
Sürü sürü ırz ve namus hırsızı
Mihraplara haç asılmış, ezanlar
Susturulmuş güm güm ötüyor çanlar
Camilerin minberleri yakılmış
Çizme ile çiğneniyor Kur'anlar
Ey Müslüman kendini hiç avutma
Yüreğini öç almadan soğutma
İnim inim inleyişi yurdunun
Kulağında küpe olsun unutma...
Masonlara göre masonluk akılcılık, bilimsellik ve insanlığın oluşumundan bu yana ortaya çıkarak, insanlığın gelişimine ve bilgi birikimlerine katkıda bulunmuş bir kültür ve fikir üst yapı kurumudur.
Masonluk ne kadar da cici birşeymiş. Müzesi bile var... Halbuki Masonluğun insanlığın kanlı sömürü tarihinde ve toplumların ve devletlerin dejenere edilmesinde çok önemli bir rolü var! Fakat artık deşifre olmuş, bu yüzden de içi boşaltılmış. Başka organizasyonlara geçmişler. Dejenerasyonu, çürütme ve kokutmayı, başka çeşit unsurlara havale etmişler... Misal FETÖ... Misal LGBT taifesi... Misal dejenere sanat... Misal medya tröstleri... Misal sosyal medya manipülasyonları...
Masonluk ne kadar da cici birşeymiş. Müzesi bile var... Halbuki Masonluğun insanlığın kanlı sömürü tarihinde ve toplumların ve devletlerin dejenere edilmesinde çok önemli bir rolü var! Fakat artık deşifre olmuş, bu yüzden de içi boşaltılmış. Başka organizasyonlara geçmişler. Dejenerasyonu, çürütme ve kokutmayı, başka çeşit unsurlara havale etmişler... Misal FETÖ... Misal LGBT taifesi... Misal dejenere sanat... Misal medya tröstleri... Misal sosyal medya manipülasyonları...
d. 1829, Kastamonu - ö. 7 Mayıs 1887, İstanbul - Hicri 1245-1304, Osmanlı hattat. Yazı sanatına "Şevki Mektebi" adlı üslûbu kazandırmış, sülüs-nesih hat meşkleriyle bilinmektedir.
HADİS-İ ŞERİF
Okunuşu: Ravel Hasen an ebil Hasen en Ceddil Hasen: Inne Ahsenel Hasen el Hulugul Hasen
Manası: "Hasan rivayet etti, o da Hasan'ın babasından rivayet etti, o da Hasan'ın ceddinden rivayet etti: Muhakkak güzellerin en güzeli güzel ahlaktır."
Hattat Mehmed Şevki Efendi
HADİS-İ ŞERİF
Okunuşu: Ravel Hasen an ebil Hasen en Ceddil Hasen: Inne Ahsenel Hasen el Hulugul Hasen
Manası: "Hasan rivayet etti, o da Hasan'ın babasından rivayet etti, o da Hasan'ın ceddinden rivayet etti: Muhakkak güzellerin en güzeli güzel ahlaktır."
Hattat Mehmed Şevki Efendi
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?